Dışardan gelenlerin bu muhteşem şehirden en iyi intibalar ve olumlu hislerle ayrılmalarını temenni ediyorum
Bu güzel İstanbul, diğer kardeş İslâm
şehirleri ile birlikte asırlarca İslâm varlığı, medeniyet ve kültürünün mübarek
ve muhteşem bir merkezi olmuştur. İstanbul 4 asır İslâm Hilafetini bağrında
koruyarak dünya Müslümanlarının birlik ve beraberliğinin sembolü haline
gelmiştir. Bugünde 10 milyonu aşan Müslüman halkı ile, 1000’den fazla camisi ve
göklere şehadet parmağı gibi uzanan minareleri, yüzlerce ifade edilebilecek
İslâm, eğitim ve öğretim kuruluşları, kütüphaneleri, müzeleri sayısız İslâm
eserleri ile bütün dünya Müslümanlarının kıvanç duyacakları büyük bir İslâm
şehri olma hüviyetini geliştirerek devam etmektedir.
Bu hayırlı toplantının, 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nun, başarılı geçmesine dua ediyorum. Daha önceki senelerde yapılan 2. Uluslararası Toplantının başarılarla sonuçlanması, ilim adamları ve diğer iştirak ve ilgililer tarafından rağbet görmesi, bu yeni sempozyumun, tertip edilmesinde cesaret verici olmuştur. Bu sempozyumda çok sayıda ilim adamımızın tebliğleri, komisyon çalışmaları ve panellerde “20. Asırda İslâm Düşüncesinin Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman” merkez konusu etrafında ilmi fikirler ortaya konulacak, tartışmalar yapılacak ve faydalı sonuçlara ulaşılmaya gayret edilecektir. Neticenin müsbet olacağı kanaatine sahibim.
Bu ilmi toplantıda fikir, tahlil ve işaret ettiği hedefleri ele alacağımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yaşadığı döneme, bugüne ve bütün açıklığı ile görülüyor ki geleceğe ışık tutmuş müstesna bir din âlimidir. Onun eserleri ve örnek hayatı bugün bütün tazeliği ve canlılığı ile önümüzde durmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadığı dönem sadece Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’nin değil ve fakat bütün İslâm dünyasının en derin bir buhran içinde bulunduğu yıllara rastlamıştı. 18. asır İslâm ülkeleri ve milletleri için tam bir dağılma, parçalanma, çökme ve sonuçta Avrupa ülkelerinin fiili hakimiyeti altına girme gibi bir zulmet yüzyılı olmuştur. 20. asrın ilk çeyreğinde normal Türkiye ile birlikte bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar İslâm ülkeleri hariç, mağripten maşrıka ve oradan da Pasifik Okyanusuna kadar bütün İslâm toprakları ve halkları sömürgecilerin müstemlekesi ve esiri haline gelmişti.
İslâm âlimleri karanlığın en koyu olacağı gecelerde gökyüzünde parlamaya ve istikamet göstermeye başlayan yıldızlar ve dünyayı aydınlatan dolunay gibidirler. İşte Said Nursî Hazretleri de, Müslümanların kendilerine güvenlerinin kaybolduğu, inançlarının zaafa düştüğü ümitsizlik bulutlarının her yeri kapladığı bir zamanda dinimizin iman hakikatlerini anlatmaya, öğretmeye, yaymaya bütün bir ömrünü son nefesine kadar tahsis etmiştir. O hep İslâmı tebliğ eden ve iman bayrağını en yükseklere dikmeye çalışan gerçek bir din âlimi olmuştur. Tarihte, inançları, fikirleri ve doğruları yılmadan anlattıkları için baskıya eziyete ve hatta zulme maruz kalmış gerçek din ve ilim adamlarının kaderi Bediüzzaman Hazretlerinin de yaşadığı bir hayat şekli oldu. Onun talebeleri de yakın zamana kadar bu çileli yaşama çizgisini paylaştılar.
Bediüzzaman Hazretleri bir taraftan iman hakikatlerini zulmeti aydınlatan nurlar gibi anlatmak ve yaymaya çalışırken, aynı zamanda İslâm dünyasının içine düştüğü bölünme, dağılma ve esir olarak başkalarının yönetimi altına düşme manzarasında derin bir acı ve sonsuz bir elem duyuyor, bu zillet halinden kurtulma çarelerini göstermeye büyük gayret sarfediyordu. Onun işaret ettiği çarelerin şüphesiz ki başında bölünme ve dağılmanın tam aksi olan birlik, bütünlük ve beraberlik geliyordu.
Said Nursî Hazretleri bütün eserlerinde ana konu, mihver fikir ve tebliğ “iman” ise, onu hemen takip eden unsur ise “ittihad” hedefi olmuştur. Onun çok sayıda eserinde birlik, ittihad-ı İslâm (İslâm birliği) fikri çok vazıh bir şekilde ele alınıp işlenmiştir. O Müslümanların birliği ve beraberliği gayesine o kadar önem vermektedir ki 27 Mart 1909 tarihli ve Sada-i Hakikat başlıklı yazısında aynen şu fikri beyan etmiştir: “...Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.”
Bediüzzaman’ın “İslâm Birliği” hedef ve kavramından ne kastettiği yine kendisi tarafından Rumuz isimli eserinde şu şekilde açıklanmıştır:
“İttihad-ı İslâm nedir? İttihad-ı İslâm, Şarktan Garba, Cenuptan Şimale mümted bir meclis-i nuranidir... Misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz.”
Görülüyor ki, bu anlayışta birlik ve bütünlük en sağlam bir esasa bağlanıyor ve en güçlü bir zemine oturtuluyor. O da her şeyden önce ruhlardaki, kalplerdeki, inanç ve fikirlerdeki birliktir. “Meclis-i Nuraniden” kastedilen önce böyle bir gönül ve düşünce birliğidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’sinde “ittihadın hedefi ve maksadı i’layı kelimetullah” yani hakkın üstün tutulmasıdır, derken İslâm birliğinin nasıl yüce bir kavram ve anlayışa dayandığını açıkça izah etmiştir. O ayrıca İslâm birliğine giden yolun “Meşveret”ten geçtiğini ve böyle bir ittihadın ancak ilim ve fikirlerin uzlaşması ile mümkün olabileceğini belirtmiştir.
“Lakin ittihat cehl ile olmaz. İttihat, imtizaç-ı efkârdır.” (Münazarat).
Meşveret ve fikirlerin uzlaştırılmasının, birliğin sağlanmasında ana esaslar olduğunu ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri, dinde her türlü zorlamayı da reddederek sevgi ve ikna yolunu öğütleyerek Müslümanların birleşmesinde en sağlam zemini göstermiş olmaktadır. Bu zemin ise hürriyet ve demokrasinin vücut bulduğu alandır. Böylece iman ve ilimden hareketle ittihadın sağlanması hedef gösterilmekte ve bunun demokrasi diye ifade edilecek bir metodla gerçekleştirilmesini istemektedir.
Nur Risalelerinde kardeşlik, birlik ve beraberlik tavsiye edilmekte ve cehaletten, nifaktan, bölünüp parçalanmak ve anarşiden uzak durulması ısrarla öğütlenmektedir. Said Nursî Hazretleri İslâm birliğini hedef olarak gösterir ve “İttihadın meşrebi muhabbettir” derken bunu sadece konuşma ve yazılarında bırakmamış, bölücülüğe sapanları doğru yola getirmek için bizzat uğraşmıştır. Ülkemizde bugün en korkunç, en vahşiyane cinayet ve tahribatını yapan bölücülüğün bariz özelliklerine bakınca şu hükmü rahatlıkla verebiliriz: Nur Risaleleri, ırkçılık mikrobunu kapmış, bölücülük ve tethiş batağına saplanmış talihsiz gençlerin tedavi ve kurtuluşlarında en tesirli devadır. Bu açık gerçeği göremeyen gafiller, bizzat anarşi ve bölücülüğü meslek edinenler ne yazık ki uzun süreler risalelerin neşrettiği nurlarla mücadele ettiler. Kendileri kaybettiler, millete zarar verdiler.
Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Birliği idealini sadece mücerret bir inanç ve fikir olarak sınırlamamış ve fakat onu somut gerçeğe getirerek formüle etmiştir.
Bu da, “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiyye” yani “Birleşik İslâm Cumhuriyetleri” hedefidir. 21. asra birkaç adımın kaldığı günümüzde dünyada çok büyük bölgesel bütünleşme politikaları uygulanmaktadır. Hemen bütün Kuzey Amerika’yı içine alan NAFTA, Avrupa’yı birleştiren A.B., eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerini birleştirecek B.D.T. ve Uzak Doğu’daki APEC projeleri bu bölgelerdeki ülkeleri bütünleştirme hedefine götürmektedir. Birleşen ülkelerin teşkil ettiği, büyük alanlar karşısında İslâm Dünyası bölünmüş durumdadır. Bu haliyle İslâm âlemi dünyanın yumuşak karnı ve zaaf noktası olmuştur ve her türlü müdahale ve saldırılara karşı açık durumdadır. İslâm Konferansı Teşkilâtı ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO), Körfez İşbirliği Konseyi, Mağrib Birliği gibi İslâm ülkelerinin birliğini hedef alan resmî kuruluşlar arzu edilen sonuçlara varamamışlardır. İslâm Konferansı Teşkilâtı, Müslümanların birbirlerini katlettikleri Müslümanlar arası silâhlı çatışmaların çözümünde müessiriyet gösterememiş ve büyük itibar kaybına uğramıştır. Son olarak bu teşkilâtın içinde oluşturulan “Temas Grubu” Bosnalı Müslümanların can güvenliklerinin sağlanması, meşru haklarının sağlanmasında varlığını hissettirmiştir.
Müslümanların bir ve beraber olmaları, en önemli ve acil konularda işbirliği gayesi ile kurulan bu İslâm ülkeleri arası kuruluşlardan niçin arzu edilen neticeler sağlanamamaktadır? Bu sualin cevabı araştırılabilir fakat temel sebep olarak bütün resmî teşkilâtlanma ve biraraya gelmelere rağmen kalpler, gönüller ve fikirler birleşmemiş denilebilir. Bu asıl güç kaynaklarını birleştirmek, bir iman, ilim, irfan çabasıdır ve ancak o zaman birleşen iradeler ittihadı gerçekleştirecektir.
Bugünkü bu toplantı, her cihetten gelen Müslümanların biraraya gelip bir “Meclis-i Nurani” teşkil etmesi, bunun en önemli bir işaret ve müjdelerini veriyor. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin mesajına bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Onu daha derin ve şuurlu anlamak ve anlatmak durumundayız. 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nun bizi bu amaca daha fazla yaklaştırmasını ümit ve dua ediyorum.
En içten saygılarımı sunarım.
Hepinize tekrar hoşgeldiniz diyorum, toplantımız hayırlı ve başarılı olsun.
BEDİÜZZAMAN’IN TEBLİĞ
METODU
Yeryüzündeki varlıkların
en şereflisi ve halifesi olan insandır. İnsanın en şerefli yanı ise, aklı
nûruyla ışıklandıran, hisleri ve fikirleri Allah’a itaat konusunda hidayete
ulaştıran iman dolu kalbidir. Aklın en önemli vazifesi, ilerlemenin ve
medenileşmenin temel direği olan tefekkürdür. Tefekkür ise, en doğru ve en
sıhhatli terbiye yolunu doğurur. Böylelikle dünya ve âhirette toplumları
mutluluğa yöneltecek yenilikler ortaya koyma melekesi terbiye edilmiş olur.
Milletler ve topluluklar Allah’a iman eden birtakım fertlerin elinde kalkınırlar ve saadete ulaşırlar. Zira bunlar, gayet esaslı metodları takip etmekte, hayatlarını toplumun genel özelliklerini, kalkınmanın keyfiyetini araştırmaya, insanların din ve dünya işlerini gözetmeye hasretmişler, kalplerini ve akıllarını bu yüce hedefe musahhar kılmışlardır.
Bu gün İslâm âlemi çok esaslı gayretler gerektiren tehlikeli bir merhaleden geçmektedir. Bizler bu darboğazdan çıkabilmek için bütün toplumsal müşküllerin hallinde yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, dinimizin sahih ta’lim usûllerine tekrar dönmemiz gerekmektedir. İşte bizler bu toplantıda belirttiğimiz hususu gerçekleştirmekteyiz. Ehl-i ilmin, onların tefekkür yollarının, meselelere getirdikleri çözüm yollarının tanınması bizim önümüzü aydınlatacak, tefekkür yapımıza ışık tutacaktır. Bu sebeple bu gibi toplantıları tertipleyen ve bu düşünceye sahip olan kişileri tebrik ediyorum. Zira bu gibi toplantıların, İslâm düşünürü Said Nursî gibi şahsiyetleri yakından tanımak isteyenlere bu fırsat tanındığından dolayı büyük önemi bulunmaktadır.
Üstad Bediüzzaman’ın hareketi, gayet şümullü İslâmî bir harekettir. Diğer ülkelerdeki Müslümanların da kalkınma ve yenilenme konularında ittibâ edebilecekleri çok güzel bir örnektir. Zirâ Bediüzzaman, Resulüllahın (a.s.m.) yaptığı uygulamalara bağlılığı açısından bir örnek ve önder, onun nûrundan istifadeyle materyalist medeniyete, Batılı akımlara ve İslâmi uyanışı önlemeye çalışan mihraklara şiddetle karşı koyan bir dâvâ adamıdır. Hiç şüphesiz, böyle bir hareketin daha fazla incelenmeye ve araştırılmaya ihtiyacı vardır. Zira bu, Müslümanların durumlarını ıslâh etmek, onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak yolundaki fikirleri ve görüşleri ihtiva eden önemli bir tecrübedir. Bu durumda, Bediüzzaman’ın hayatından bahsederek söze başlama zarureti vardır. O, gerçek bir mü’minin ahlakî hasletlerini temsil etmekte, Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaktaydı. Batılı devletlerin oyunlarından uzak olmanın, materyalist medeniyetin her tarafı kaplayan ağından kurtulabilmenin reçetesi olarak İslâma sıkıca sarılmayı, uyanık bulunmayı, modern ilimlerden münasib olanları almayı, insanları Kur’ânî ve îmanî meselelerde, cehaletle mücadele konularında irşad etmeyi ortaya koymuştu. Aynı zamanda kalpten çıkıp başka kalplere ulaşan söz silâhının bu zamanda Müslümanlara îman hakikatlerini, Allah’a bağlanmayı ve bütün ilim ve ma’rifet sebeplerine bağlandıktan sonra Ona tevekkül etmeyi öğretmede çok büyük bir öneme sahip olduğuna derin bir inancı vardı. Zira imanın merkezi kalptir. Böyle bir iman gerçekleşirse bir fert bir ümmete, bir ümmet de Seyl-i Arîme, önünde hiçbir şeyin duramadığı parlak bir nûra dönüşür. Bütün söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Risale-i Nuru inceleyerek ve düşünerek okuyan herkes aynı şeyleri hissedebilir. Bu yüzden Bediüzzaman zamanın idarecilerine bu eserlerin önüne set çekmemelerini istemiştir. Çünkü buradaki sözleri Kur’ân-ı Kerim’in feyzinden fışkıran ifadelerdir. Aynı şeyleri, çeşitli mahkemelerde kendisini müdafaa etmek için defalarca söylemiştir. Bunun neticesi olarak da bir hapisten diğerine konulmuş, ancak her mahkeme celsesinde insanlar idam kararı beklerlerken Allah, inayetiyle onu korumuş ve mahkemelerin çoğu beraatle neticelenmiştir. Ne var ki, insanlar arasındaki şeytanın avaneleri yetkili makamlara yaranabilmek için her türlü kötülüğü ona reva görmüşler, hatta cenazesi defnedildikten sonra dahi mezarını açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi.
Bir çok defalar ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebe çalmasının sebeplerini açıklarken, Müslümanların kendi aralarında ihtilafa düşmelerini, ittihat etmemelerini, sâlim bir şuur esasına dayanarak İslâma bağlanmamalarını bunun en önemli sebepleri arasında sayar. Çünkü, dünya menfaatı onların bütün işlerinde galebe etmiş, Vahid-i Kahhâr olan Cenab-ı Hakka abd olacak yerde, paraya, makama ve şöhrete âdeta kul olmuşlardı. İşte bizler günümüzde de aynı durumu görmekteyiz. Ne yazık ki nefislere hayvanî, nefsanî ve şahsî arzular hâkim durumdadır ve bu yönlerimiz bizleri sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır.
Şimdi birlikte düşünelim; günümüzde Müslümanların ellerindeki para mikdarı 800 trilyon dolar civarındadır. Bunların büyük bölümü Batılı ülkelerin bankalarındadır. Bunları kullanmaktan dahi aciz olan Müslümanın parası, Batının iktisadî yapısının en esaslı direğidir. Eğer bizler bu paraların kârlarından ve gelirlerinden faydalanacak olsaydık, elde ettiğimiz gelirin sadece çok az bir kısmı dahi bütün İslâm âleminin sanayi bakımından kalkınmasına, bütün ziraî ihtiyaçlarını bizzat kendi imkânlarıyla karşılamasına, Batının teknolojisini en güzel şekilde istihdam etmesine yetecekti.
İslâm âleminin durumunu birlikle inceleyelim. İçlerinden bazılarının sahip olduğu mali imkân ihtiyaçlarının yüzlerce, binlerce kat üzerinde olmasına rağmen, elindeki iş gücü yok denecek kadar azdır. Bazılarında milyonlarca atıl vaziyette bekleyen iş gücü bulunmasına karşılık, iktisadî kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak seviyede malî imkânı yoktur. Bazı devletlerin ziraî, sınâî ve turistik imkânları fazlasıyla bulunmasına rağmen, bunları verimli bir şekilde işletme imkânları bulunmaz. İşte bu şekilde İslâm toplumları Doğudan Batıya kadar uzanmaktadır. Âdetâ Allah-u Teâla Müslümanları bu şekilde birbirine muhtaç hale getirmiş, ittihat etmemizi, birbirimizi tamamlamamızı, kendi gücümüzü kazanabilmek ve arttırabilmek için yardımlaşmamızı zımnî olarak istemiştir. Eğer bizler bu birliği ve dayanışmayı kendi aramızda gerçekleştirebilirsek, en az Avrupa devletleri kadar kuvvetli olabiliriz. Bu ise, dinimize daha çok sarılarak, geçmiş ümmetlerin çöküşüne sebep olan lehviyatı, sefaheti, ahlâkî sapıklıkları bir kenara bırakıp, Batı medeniyetinden lâzım olan ilmî ve teknolojik yönleri alarak gerçekleşebilir. Kaldı ki, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerek sünnet-i şerife bizlere en güzel örnekleri ve en doğru yolu göstermektedir. Eğer bu yolda zaaf göstermez, bu örneklere bihakkın uyar, içimize sindirebilirsek başarılı olmamak için hiç bir sebep kalmaz.
Burada Üstad Bediüzzaman’ın nidâsına dönelim ve kardeşlerine hitaben söylediği sözlerine kulak verelim; Sizi korkutmak, ta ki mukaddes cihad-ı manevinizden sizleri uzaklaştırmak için ehl-i dalâlet ve ehl-i ilhâd üzerinize hücum ettiğinde onlara deyin ki: Bizler hizb-i Kur’ânız. Onun himayesine ve kal’ay-ı hasînine sığınırız. Batı dünyasının Müslümanlar arasında tefrikaya yolaçmak için ektiği ırkçılık fikri, Müslümanları birbirine düşürmüştür. Buradan hareketle Bediüzzaman dinsizliğe dayalı materyalist felsefeyi şiddetle tenkid etmiştir. Zira bu felsefe Müslümanların ruhlarındaki nuru söndürmeyi hedeflemektedir.
İşte bakınız; günümüz İslâm âlemindeki basın-yayına bir göz gezdirecek olursak, Batı kültürünün en kötü yönlerini bize gösteren dans, caz, şarkılar, sinemalar ve bu konuları işleyen kitapların reklâmlarıyla doludur. Bu şartlar altında Bediüzzaman’ın takip ettiği metod, İslâm devletlerinin kendi aralarındaki çekişmelerden kaçınmalarını, bizlerin birbirimizle hayır üzere muamelelerde bulunmamızı, Batının bizim için biçtiği tefrika ve ayrılık kılıfından sıyrılmamızı gerektirir. Bediüzzaman’ın metodu sadece belirli bir toplum ve devlet dikkate alınarak ortaya çıkmamıştır. Her toplumda ve ülkede uygulanabilecek özelliklere sahiptir. Kitabullahta, sünnet-i seniyyede ve sahabe fiillerinde gelen kurallar üzerine kurulu Kur’ânî bir metoddur.
Bediüzzaman Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini karşılaştırırken şu noktalara temas eder; Batı medeniyeti hakka değil kuvvete inanır. İslâm ise kuvvetin üzerinde yükselen hakka dâvet eder. Batı medeniyeti menfaate inanır. Batının iktisadi anlayışı bu esas üzerine kuruludur. İslâm ise maslahatı kabul eder. Batı medeniyeti paraya adeta tapar ve bunu hayatın vazgeçilmez bir temeli olarak kabul eder. İslâma göre paranın ve malın gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise yeryüzünde halifelik görevi gereği bunu faydalı şekillerde kullanır. Aksi olursa ondaki bu halifelik özelliği de ortadan kalkar. Dînî hareket tarzı insanları, paranın ve malın bütün insanların maslahatına uygun bir şekilde kullanmaya çağırır. Üzerine düşen zekat ve sadaka gibi görevleri yerine getirmesini ister. Batı medeniyeti mücadele ve müsademeye inanır. İslâm ise yardımlaşmaya çağırır. Batı medeniyeti hürriyet ve demokrasiyi sınırsız bir şekilde kabul eder. İslâm ise Allah’ın emirlerini ön plana çıkararak, İslâmî esasların belirlediği ve şeriatta sınırları çizilen ölçüler dahilindeki bir hürriyeti kabul eder.
İslâm, nuruyla aklı aydınlatan imanın mekânı olan kalple yücelir. İnsanı, şanı yüce olan Allah’ın metoduna bütün uzuv ve hisleriyle bağlanmaya yönelterek Allah’a itaatı gerçekleştirir. Batı medeniyetinin ilmî yönleri hakkında Bediüzzaman’ın görüşü, İslâmın Müslüman insana bir görev olarak yüklediği maddenin, hayat kanunlarının künhüne vakıf olmak, ondan azami derecede istifade etmek görevine paraleldir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’a ibadette bulunmak, kendini tahkik etmek, hayır tohumları ekmek ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Buradan hareketle Bediüzzaman ilmî ve sınaî yönden medenileşme sebeplerini elde etmeye çağırır. Çünkü bu yol, İslâm âleminin kalkınması, kendisinin ve İslâmın mesajını bütün dünyaya bihakkın yayabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu kuvvetli bir toplum teşkil etmenin zaruretlerindendir.
____________________
Dr. HASAN ABBAS ZEKİ
2 Ocak 1917 tarihinde Mısır’ın Porsaid kentinde doğdu.
1938’de Kahire Üniversitesi Ticaret Fakültesinden mezun oldu. 1953’de Washington’da Amerikan Üniversitesinde doktorasını yaptı. Yirmi kadar resmî ve gayr-ı resmî görevler üstlendi.
Bazıları şöyle:
1. Washington’da ticâri sekreterlik (1952).
2. B.M.M. üyeliği (1957-1970)
3. Hazine, Kalkınma ve İktisad Bakanlığı (1958-1962).
4. İktisat ve Dış Ticaret Bakanlığı (1965-1972).
5. Uluslararası Şubban-ı Müslimîn Cemiyeti Yüksek Kurulu Başkanı.
6. Dünya İslâmî Kaynaklar ve Eğitim Merkezi Başkanı.
Yurt içinde ve yurt dışından bazı devlet madalyaları aldı, konferans ve sempozyumlara katıldı.
Yayınlanmış eserleri:
Gelişen Arap Toplumuna Doğru, Dışarıdaki Âtıl Arap Emvâli, İslâmî Garanti Vasıtaları Oluşturmak, Yarına Giden Yol.
Milletler ve topluluklar Allah’a iman eden birtakım fertlerin elinde kalkınırlar ve saadete ulaşırlar. Zira bunlar, gayet esaslı metodları takip etmekte, hayatlarını toplumun genel özelliklerini, kalkınmanın keyfiyetini araştırmaya, insanların din ve dünya işlerini gözetmeye hasretmişler, kalplerini ve akıllarını bu yüce hedefe musahhar kılmışlardır.
Bu gün İslâm âlemi çok esaslı gayretler gerektiren tehlikeli bir merhaleden geçmektedir. Bizler bu darboğazdan çıkabilmek için bütün toplumsal müşküllerin hallinde yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, dinimizin sahih ta’lim usûllerine tekrar dönmemiz gerekmektedir. İşte bizler bu toplantıda belirttiğimiz hususu gerçekleştirmekteyiz. Ehl-i ilmin, onların tefekkür yollarının, meselelere getirdikleri çözüm yollarının tanınması bizim önümüzü aydınlatacak, tefekkür yapımıza ışık tutacaktır. Bu sebeple bu gibi toplantıları tertipleyen ve bu düşünceye sahip olan kişileri tebrik ediyorum. Zira bu gibi toplantıların, İslâm düşünürü Said Nursî gibi şahsiyetleri yakından tanımak isteyenlere bu fırsat tanındığından dolayı büyük önemi bulunmaktadır.
Üstad Bediüzzaman’ın hareketi, gayet şümullü İslâmî bir harekettir. Diğer ülkelerdeki Müslümanların da kalkınma ve yenilenme konularında ittibâ edebilecekleri çok güzel bir örnektir. Zirâ Bediüzzaman, Resulüllahın (a.s.m.) yaptığı uygulamalara bağlılığı açısından bir örnek ve önder, onun nûrundan istifadeyle materyalist medeniyete, Batılı akımlara ve İslâmi uyanışı önlemeye çalışan mihraklara şiddetle karşı koyan bir dâvâ adamıdır. Hiç şüphesiz, böyle bir hareketin daha fazla incelenmeye ve araştırılmaya ihtiyacı vardır. Zira bu, Müslümanların durumlarını ıslâh etmek, onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak yolundaki fikirleri ve görüşleri ihtiva eden önemli bir tecrübedir. Bu durumda, Bediüzzaman’ın hayatından bahsederek söze başlama zarureti vardır. O, gerçek bir mü’minin ahlakî hasletlerini temsil etmekte, Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaktaydı. Batılı devletlerin oyunlarından uzak olmanın, materyalist medeniyetin her tarafı kaplayan ağından kurtulabilmenin reçetesi olarak İslâma sıkıca sarılmayı, uyanık bulunmayı, modern ilimlerden münasib olanları almayı, insanları Kur’ânî ve îmanî meselelerde, cehaletle mücadele konularında irşad etmeyi ortaya koymuştu. Aynı zamanda kalpten çıkıp başka kalplere ulaşan söz silâhının bu zamanda Müslümanlara îman hakikatlerini, Allah’a bağlanmayı ve bütün ilim ve ma’rifet sebeplerine bağlandıktan sonra Ona tevekkül etmeyi öğretmede çok büyük bir öneme sahip olduğuna derin bir inancı vardı. Zira imanın merkezi kalptir. Böyle bir iman gerçekleşirse bir fert bir ümmete, bir ümmet de Seyl-i Arîme, önünde hiçbir şeyin duramadığı parlak bir nûra dönüşür. Bütün söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Risale-i Nuru inceleyerek ve düşünerek okuyan herkes aynı şeyleri hissedebilir. Bu yüzden Bediüzzaman zamanın idarecilerine bu eserlerin önüne set çekmemelerini istemiştir. Çünkü buradaki sözleri Kur’ân-ı Kerim’in feyzinden fışkıran ifadelerdir. Aynı şeyleri, çeşitli mahkemelerde kendisini müdafaa etmek için defalarca söylemiştir. Bunun neticesi olarak da bir hapisten diğerine konulmuş, ancak her mahkeme celsesinde insanlar idam kararı beklerlerken Allah, inayetiyle onu korumuş ve mahkemelerin çoğu beraatle neticelenmiştir. Ne var ki, insanlar arasındaki şeytanın avaneleri yetkili makamlara yaranabilmek için her türlü kötülüğü ona reva görmüşler, hatta cenazesi defnedildikten sonra dahi mezarını açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi.
Bir çok defalar ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebe çalmasının sebeplerini açıklarken, Müslümanların kendi aralarında ihtilafa düşmelerini, ittihat etmemelerini, sâlim bir şuur esasına dayanarak İslâma bağlanmamalarını bunun en önemli sebepleri arasında sayar. Çünkü, dünya menfaatı onların bütün işlerinde galebe etmiş, Vahid-i Kahhâr olan Cenab-ı Hakka abd olacak yerde, paraya, makama ve şöhrete âdeta kul olmuşlardı. İşte bizler günümüzde de aynı durumu görmekteyiz. Ne yazık ki nefislere hayvanî, nefsanî ve şahsî arzular hâkim durumdadır ve bu yönlerimiz bizleri sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır.
Şimdi birlikte düşünelim; günümüzde Müslümanların ellerindeki para mikdarı 800 trilyon dolar civarındadır. Bunların büyük bölümü Batılı ülkelerin bankalarındadır. Bunları kullanmaktan dahi aciz olan Müslümanın parası, Batının iktisadî yapısının en esaslı direğidir. Eğer bizler bu paraların kârlarından ve gelirlerinden faydalanacak olsaydık, elde ettiğimiz gelirin sadece çok az bir kısmı dahi bütün İslâm âleminin sanayi bakımından kalkınmasına, bütün ziraî ihtiyaçlarını bizzat kendi imkânlarıyla karşılamasına, Batının teknolojisini en güzel şekilde istihdam etmesine yetecekti.
İslâm âleminin durumunu birlikle inceleyelim. İçlerinden bazılarının sahip olduğu mali imkân ihtiyaçlarının yüzlerce, binlerce kat üzerinde olmasına rağmen, elindeki iş gücü yok denecek kadar azdır. Bazılarında milyonlarca atıl vaziyette bekleyen iş gücü bulunmasına karşılık, iktisadî kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak seviyede malî imkânı yoktur. Bazı devletlerin ziraî, sınâî ve turistik imkânları fazlasıyla bulunmasına rağmen, bunları verimli bir şekilde işletme imkânları bulunmaz. İşte bu şekilde İslâm toplumları Doğudan Batıya kadar uzanmaktadır. Âdetâ Allah-u Teâla Müslümanları bu şekilde birbirine muhtaç hale getirmiş, ittihat etmemizi, birbirimizi tamamlamamızı, kendi gücümüzü kazanabilmek ve arttırabilmek için yardımlaşmamızı zımnî olarak istemiştir. Eğer bizler bu birliği ve dayanışmayı kendi aramızda gerçekleştirebilirsek, en az Avrupa devletleri kadar kuvvetli olabiliriz. Bu ise, dinimize daha çok sarılarak, geçmiş ümmetlerin çöküşüne sebep olan lehviyatı, sefaheti, ahlâkî sapıklıkları bir kenara bırakıp, Batı medeniyetinden lâzım olan ilmî ve teknolojik yönleri alarak gerçekleşebilir. Kaldı ki, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerek sünnet-i şerife bizlere en güzel örnekleri ve en doğru yolu göstermektedir. Eğer bu yolda zaaf göstermez, bu örneklere bihakkın uyar, içimize sindirebilirsek başarılı olmamak için hiç bir sebep kalmaz.
Burada Üstad Bediüzzaman’ın nidâsına dönelim ve kardeşlerine hitaben söylediği sözlerine kulak verelim; Sizi korkutmak, ta ki mukaddes cihad-ı manevinizden sizleri uzaklaştırmak için ehl-i dalâlet ve ehl-i ilhâd üzerinize hücum ettiğinde onlara deyin ki: Bizler hizb-i Kur’ânız. Onun himayesine ve kal’ay-ı hasînine sığınırız. Batı dünyasının Müslümanlar arasında tefrikaya yolaçmak için ektiği ırkçılık fikri, Müslümanları birbirine düşürmüştür. Buradan hareketle Bediüzzaman dinsizliğe dayalı materyalist felsefeyi şiddetle tenkid etmiştir. Zira bu felsefe Müslümanların ruhlarındaki nuru söndürmeyi hedeflemektedir.
İşte bakınız; günümüz İslâm âlemindeki basın-yayına bir göz gezdirecek olursak, Batı kültürünün en kötü yönlerini bize gösteren dans, caz, şarkılar, sinemalar ve bu konuları işleyen kitapların reklâmlarıyla doludur. Bu şartlar altında Bediüzzaman’ın takip ettiği metod, İslâm devletlerinin kendi aralarındaki çekişmelerden kaçınmalarını, bizlerin birbirimizle hayır üzere muamelelerde bulunmamızı, Batının bizim için biçtiği tefrika ve ayrılık kılıfından sıyrılmamızı gerektirir. Bediüzzaman’ın metodu sadece belirli bir toplum ve devlet dikkate alınarak ortaya çıkmamıştır. Her toplumda ve ülkede uygulanabilecek özelliklere sahiptir. Kitabullahta, sünnet-i seniyyede ve sahabe fiillerinde gelen kurallar üzerine kurulu Kur’ânî bir metoddur.
Bediüzzaman Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini karşılaştırırken şu noktalara temas eder; Batı medeniyeti hakka değil kuvvete inanır. İslâm ise kuvvetin üzerinde yükselen hakka dâvet eder. Batı medeniyeti menfaate inanır. Batının iktisadi anlayışı bu esas üzerine kuruludur. İslâm ise maslahatı kabul eder. Batı medeniyeti paraya adeta tapar ve bunu hayatın vazgeçilmez bir temeli olarak kabul eder. İslâma göre paranın ve malın gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise yeryüzünde halifelik görevi gereği bunu faydalı şekillerde kullanır. Aksi olursa ondaki bu halifelik özelliği de ortadan kalkar. Dînî hareket tarzı insanları, paranın ve malın bütün insanların maslahatına uygun bir şekilde kullanmaya çağırır. Üzerine düşen zekat ve sadaka gibi görevleri yerine getirmesini ister. Batı medeniyeti mücadele ve müsademeye inanır. İslâm ise yardımlaşmaya çağırır. Batı medeniyeti hürriyet ve demokrasiyi sınırsız bir şekilde kabul eder. İslâm ise Allah’ın emirlerini ön plana çıkararak, İslâmî esasların belirlediği ve şeriatta sınırları çizilen ölçüler dahilindeki bir hürriyeti kabul eder.
İslâm, nuruyla aklı aydınlatan imanın mekânı olan kalple yücelir. İnsanı, şanı yüce olan Allah’ın metoduna bütün uzuv ve hisleriyle bağlanmaya yönelterek Allah’a itaatı gerçekleştirir. Batı medeniyetinin ilmî yönleri hakkında Bediüzzaman’ın görüşü, İslâmın Müslüman insana bir görev olarak yüklediği maddenin, hayat kanunlarının künhüne vakıf olmak, ondan azami derecede istifade etmek görevine paraleldir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’a ibadette bulunmak, kendini tahkik etmek, hayır tohumları ekmek ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Buradan hareketle Bediüzzaman ilmî ve sınaî yönden medenileşme sebeplerini elde etmeye çağırır. Çünkü bu yol, İslâm âleminin kalkınması, kendisinin ve İslâmın mesajını bütün dünyaya bihakkın yayabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu kuvvetli bir toplum teşkil etmenin zaruretlerindendir.
____________________
Dr. HASAN ABBAS ZEKİ
2 Ocak 1917 tarihinde Mısır’ın Porsaid kentinde doğdu.
1938’de Kahire Üniversitesi Ticaret Fakültesinden mezun oldu. 1953’de Washington’da Amerikan Üniversitesinde doktorasını yaptı. Yirmi kadar resmî ve gayr-ı resmî görevler üstlendi.
Bazıları şöyle:
1. Washington’da ticâri sekreterlik (1952).
2. B.M.M. üyeliği (1957-1970)
3. Hazine, Kalkınma ve İktisad Bakanlığı (1958-1962).
4. İktisat ve Dış Ticaret Bakanlığı (1965-1972).
5. Uluslararası Şubban-ı Müslimîn Cemiyeti Yüksek Kurulu Başkanı.
6. Dünya İslâmî Kaynaklar ve Eğitim Merkezi Başkanı.
Yurt içinde ve yurt dışından bazı devlet madalyaları aldı, konferans ve sempozyumlara katıldı.
Yayınlanmış eserleri:
Gelişen Arap Toplumuna Doğru, Dışarıdaki Âtıl Arap Emvâli, İslâmî Garanti Vasıtaları Oluşturmak, Yarına Giden Yol.
Makale Yazarı:
HASAN ABBAS ZEKi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder