Müslüman için tek bir anayasa vardır o da Allah’u Teala’nın Kur’anında bizlere hükümler olarak sunduğu ayetleridir. Hiç bir kişinin bu kanunları (hükümleri) beğenmeme yahut tercihe edip etmeme hakkı yoktur. Allah’u Teala neyi yasaklamış ise o yasak neyi serbest bırakmışsa o serbesttir.
“Referansımız İslam’dır. Tek hedefimiz İslam devletidir.”
“Sen ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dersen, onun da ‘Ne mutlu Kürdüm’ deme hakkı vardır.”
“1.5 milyarlık İslam âlemi, Müslüman milletimizin ayağa kalkmasını sabırsızlıkla bekliyor.
“Referansımız İslam’dır. Tek hedefimiz İslam devletidir.”
“Sen ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dersen, onun da ‘Ne mutlu Kürdüm’ deme hakkı vardır.”
“1.5 milyarlık İslam âlemi, Müslüman milletimizin ayağa kalkmasını sabırsızlıkla bekliyor.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafı koskoca bir yalan.
Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, başta ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile ‘İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ olmak üzere TBMM tarafından onaylanmış uluslararası belgeler, Siyasi Partiler Kanunu, seçim kanunları, diğer ilgili kanun ve mevzuat çerçevesinde, Tüzüğü ve Programına göre teşkilatlanmak ve faaliyette bulunmak üzere kurulmuş siyasi bir teşekküldür.
Yani bu parti Allah’u Teala’nın bize inkar etmekle emrolunduğumuz Tağut ve onun yılmaz bekçilerinin hazırlamış olduğu anayasa ve yetmedi Avrupa İnsan Hakları ve ona bağlı olan mahkemelerin de kanunlarına, nizamlarına göre ve ilgili kanunlar doğrultusunda kurulan bir partidir.
Türk Milleti’nin en önemli yönetim kazanımının, Cumhuriyet olduğuna ve egemenliğin, kayıtsız ve şartsız milletimize ait bulunduğuna inanır. ‘Milli irade’ nin tek belirleyici güç olduğunu kabul eder.
İnsan yazarken bile tüyleri diken diken oluyor ki, yazmaksızın kopyala yapıştır ile Tüzüklerinden almak bir nebze de olsun bizi teselli edebiliyor. Bakın ne diyor bu parti, türk milletinin en önemli kazanımıymış cumhuriyet… Cumhuriyet gelince ne oldu, Hilafet kaldırıldı, kaldırıldığı gün resmi bayram ilan edildi, bir milletin dili kendisinden zorla sökülüp alındı, sarığı başından atıldı, atmayuanlar asıldı ve yerine şapka getirildi. İslam’ın en izzetli ve şerefli kıyafeti olan çarşaf atıldı, kılık kıyafet kanunu ile sarıkla beraber o dönem yasaklandı. Haremlik selamlık yerine bir aradalık getirildi ve okullarda karma eğitim, yetişkin kız erken bir arada yanyana oturtuldu ve cumhuriyetin tüm melanetlerini saymaya kalsak sayamayız ki hepsi Şeriata ve dolayısı ile İslam’a zıt hükümleri getirdi.
Şimdi bu adı muhafazakar ve İslam’ı hakim kılacak olan parti ne diyor, cumhuriyet yüce bir kazanımdır!!!
Devam ediyor, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyor ve bunu da imzalıyor. Peki Allah’u Teala ne diyor?
“Hüküm ancak Allah’ındır” (Yusuf Suresi 40. Ayet Meali) Yani Hakimiyet hakkı sadece Allah’u Tealanın tasarrufundadır ve yaratmış olduğu mahlukunun üzerindeki yegane güç ve otoritedir. Malum o dur ki “Hükmetmekte emretmekte Allah’u Teala’ya aittir” Bunlar daha işin başında Allah’u Teala’nın hakimiyet hakkını gaspedip bu hakkı insanlara vermekle dakika bir gol bir dercesine kafirliğin karanlığına adım atmışlardır. Allah’u Teala’nın Hükmeden, Hakim, Hakem sıfatlarını kendilerine veya yücelttikleri kavramlara geçirmişlerdir.
Bilineceği üzere fıkıhta bir kaide vardır ki “Allah’u Teala’nın zati veya subuti sıfatlarını bir mahlukta görmek onu Rab edinmektir.”
Yetmedi, bakın arkasından ne geldi yukarıda, milli iradenin tek belirleyici güç olduğunu kabul ediyorlar. Katmerli kafirlik diye buna denir ki milletin iradesine değil Yaradan (azze ve celle) neyi irade etmiş ona bakılır ve yegane belirleyici güç ancak O’dur. Aksini düşünelim, yani particilerin dediğini, halk neye irade etti Şeriat’ın ilgasına, Allah’u Teala’nın hükümlerinin iptaline, bu durumda olacak olan ne, sen parti olarak neyi taahhüd ediyorsun? Halkın iradesini ki o zaman sen bu halkın iradesine göre hükmedeceksin ve Allah’u Teala’nın hükmü nedir, ne irade etmiştir bakmayacaksın ki zaten bunu hem söylüyor hem de imzalıyor, yarın da başa geçince yapacaksın, yaptın da… daha oraya gelmedik.
Millet adına egemenlik yetkisi kullanan kurumların ve kişilerin gözetmeleri gereken en üstün gücün ise, hukukun üstünlüğü ilkesi olduğunu savunur. Akıl, bilim ve tecrübenin yol gösterici olduğunu benimser.
Hukuk dediği beşeri hukuk, Allah’u Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de vaz’ettiği miras, sosyal, siyasi ve ekonomik hukuku yani Şeriat’ı değil. Ve burada EN ÜSTÜN GÜÇ’e vurgu yapılıyor. Sıradan, sokakta geçen birisi yahut bir çocuğa sorulsa en üstün güç nedir? diye sanırım cevabı Allah (azze ve celle) olacaktır. Ama particilere göre en üstün güç hukuk, peki bu hukuk kimin hukuku? Şeriat’ı kerih gören, Allah2ın yasakladığını sebest, serbest bıraktığını yasaklayan yani Allah’u Teala’nın karşısında klendini yegane otorite gören firavunlarca hazırlanmış hukuk… Şimdi bunların tabi olduğu ve tek otorite kabul ettikleri güç bu gücünü nereden alıyor? Tağuttan peki burada Allah’u Teala’nın emirleri nerede? Üstelik bunu yaparken akıl ve bilimi de yol gösterici olarak kabul ediyor. Ne acı değil mi? Yani bunun türkçesi heva ve heves, bunlar heva ve hevese, insanların çoğunun rızasına uyana tabi oluyorlar. Yine tüzükten devam edelim ki en sonunda zaten bir iki çift kelam daha edeceğiz yoksa bu kadar üstün körü geçmeyeceğiz sadece anlaşılması gereken anlaşılsın ve o kafirliğin pası ile paslanmış beyinlere biraz kan gitsin.
Milli irade, hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasi, bireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliği, siyasi yönetim anlayışının temel referansları olarak kabul eder.
Bunlar işlerini milletin iradesine göre ve Allah’u Teala’nın “kaçının” dediği tağutun hukukuna göre ve heva, heves, deneme yanılma ile elde edilen tecrübe ve en önemlisi “demokrasi” ile, bireye Allah’u Teala’nın tanıdığı hakların üzerinde haklar vermek sureti ile (kişi isterse dinini inkar edebilir, mürted olma izni vb…) siyasi yönetim anlayışını da bu referanslar üzerinden alır.
Sulh içinde bir arada yaşamanın, insana verilen değerle mümkün olacağına inanır.
Sulh ancak yeryüzünde fitne ortadan kalkıncaya ve “La İlahe İllallah Muhammedun Resulullah” deyinceye kadar savaştıktan sonra olabilecek bir şeydir. Küfürle, kafirler bir Müslüman’ın yaşaması caiz değildir, (batıl kanunlar altında ve bu kanunlara karşı gelmeksizin gerek kalben, gerek madden çalışmaksızın) her şeyi ile onlardan ayrılması gerekir ki Müslüman bunun için çabalar ve çalışır.
insanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan var olan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar.
Müslüman farklı dine mensup olan bir kişinin dinine, daha ötesine gitmişler… düşüncesine saygı duymaz. Allah’u Teala’nın kerih gördüğü, inançsızlık, O’nu inkar ve hele hele O’nun Resulünü (s.a.v) inkar eden ehli kitaba saygı duymaz bunu caiz göremez.
millet adına egemenlik yetkisi kullanan yasama, yürütmeve yargı erkleri ile devlet şeması içinde kamusal işlev gören bütün kişi, kurum ve kuruluşların; yetki kullanımlarında ve görev ifa etmelerinde, ikinci maddede atıf yapılan belgelerde yer alan hukuk devleti normlarına uygunluğu gözetir olmaları gereğini vurgular ve bu gerekliliğe uygunluğu, meşruiyetin esası kabul eder.
Millete egemen olan yegane güç Allah’u Teala’dır demiştik, Allah’u Teala’nın ne hükümde ne de başka bir şeyde ortağı yoktur. O’nun hükmüne ve iradesine ortak olmayı istemek bile kafirliktir. Değil bunu sözleri ile ve imzası ile belgelemek…
bireylerin inandıkları gibi yaşama, düşündükleri gibi ifade etme haklarının tartışılamaz olduğunu, inanç ve düşüncenin hukuka uygun olarak tanıtım ve propagandasının, bireylere ve sivil toplum kuruluşlarına ait bir hak ve yetki olduğunu, her bireyin her kurumda ve yaşamın her alanında eşit ve ortak hakları bulunduğunu, dolayısıyla devletin, hiçbir inanç ve düşünceden yana veya karşı tutum sergilememesi gerektiğini, Anayasa’da yer alan laiklik ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin, bu anlayış ve bakışın güvencesini teşkil ettiğini vurgular. Devletin ve parti tüzel kişiliğinin bu alanda yüklenebileceği işlevin, sadece hak kullanımlarını sağlayıcı ve güvence altına alıcı özgür ortam hazırlamaktan ibaret olması gereğini kabul eder. Temel hak ve özgürlüklerin, oylama konusu olamayacağını savunur.
Nasıl ki inananların inandıkları gibi yaşamaya hakkı vardır öyle ise inanmayan yahut başka dine tabi olanların da istedikleri gibi yaşamaya hakkı vardır. Evet Resulullah (s.a.v) de Mekke ve fethinin ardından herkesin inandığı gibi yaşamaya devam edebileceğini bildirmiş ama bunu da kurallara bağlamıştır. Kalkıp bir kişi inançsızlığının yahut hristiyanlık ve Yahudiliğin propagandasını yapamaz bu caiz değildir her şeyden evvel küfre rıza göstermektir. Bir Müslüman ile bir ehli kitap asla ve asla aynı haklara sahip olamaz. Devlet eğer kendini İslam’dan sayıyorsa İslamdan yana olmakla mükelleftir eşit davranamaz veya başka bir dini yüceltecek tavır içinde olmaz. Bunları da delillendireceğiz inşaallah ki akıl bile bu konuda delile ihtiyaç duymaz. Laiklik yani dini devletsizleştirme ve devleti de dinsizleştirme olan laiklik ilkelerini ve yukarıda saydığımız tüm hakları korumayı savunacağını söyleyen bir kişi veya zümre Müslüman kaldığını iddia ediyor.
herkesin ve özellikle gençliğin; güven içinde, gelişmiş, kalkınmış, refah düzeyi yüksek, her yönden güvenli bir Türkiye sevdalısı olma ülküsüne bağlı, moral değerlerle bezenmiş bireyler olmalarını önemser.
Bakın vatan sevgisi ve vatan sevdası yani milliyetçilik ve millet olma kavramı ümmet olmanın tam karşısında olan kavramlardır. İslam’da aslolan Ümmet olabilmektir, milletin millete, milliyetin milliyete üstünlüğü yoktur. Sevdalanacak olan İslam ve onun Ümmeti olma yoluna sevdalanması gerekir, küfürden önceki Evs ve Hazreç gibi olmaya değil ki bu iki kutlu kavim sonra tek bayrak, İslam bayrağı altında bir araya gelmiştir.
Parti Tüzüğü ve Programı, Genel Başkan dahil, her üyeyi ve partinin bütün organlarını bağlar. Partiye üye olmak veya görev üstlenmek; partinin amaç ve hedeflerini benimsemek, hayata geçirilebilmeleri için gücü ve becerisi ölçüsünde katkıda bulunmak demektir. Partili hiçbir görevli, partinin amaç ve hedeflerine aykırı davranış ve çalışmalar içine giremez. Partili her birey; parti içinde çalışmalara katılarak, siyasal ve toplumsal hayatla ilgili bilgi ve yeteneklerini geliştirme ve siyasete aktarma hakkına sahiptir.
Partideki görevlendirmelerde ve seçimlerde; parti içi demokrasi ve üyelik hukuku kuralları gözetilerek liyakat, ehliyet ve güven, en başta aranacak belirleyici ölçütler olarak kabul edilir. Üye olan herkes, çalışmalarında bu ilkelere göre davranacağını kabul ve taahhüt etmiş sayılır.
Yani bu şartlara bağlı kalacaklarına dair hem kendileri hem partilileri adeta yemin etmiş ve bunu da kabul etmiş sayıldıklarını dile gitiriyorlar. Tüzükten alınan bu satırlar sadece bir bölümü ki daha içinde onlarca küfür olan demokrasiye, atatürke bağlılık ifade eden cümlelerle dolu ki şimdi yüzeysel olarak ele aldığımız ve kendilerinin deklare ettikleri küfürlerini Allah’u Teala’nın kitabı ve Resulullah (s.a.v)’in sünnetinden alalım biiznillah.
Yukarıda uzun uzadıya ve tam metinlerle verdiğimiz ve bu partici zihniyetin neyi taahhüt ettiğini şimdi özetle ve toplu olarak ele alalım;
1.Bizim için iki tane anayasa vardır bir tanesi yerli müşrik ve kafirlerin anayasası bir de yabancı müşrik ve kafirlerin insan hakları beyannamesi ve onun uzantısı olan insan hakları mahkemesi.
2.En önemli kazanımımız cumhuriyettir ve egemenlikte tartışmasız milletindir. Milli irade yani halk da tek belirleyici güç ve iradedir biz de bu iradeyi halk adına hayata geçirmek için kurulduk.
3.Milli iradenin de kaynağı laiklik, demokrasi ve beşeri hukuktur. Akıl bilim ve tecrübe de bizim yol göstericimizdir.
4.Yurtta sulh cihanda sulh ilkemizdir.
5.Herkes istediği dine tabi olmakla, İslamdan ayrılmak ile de olsa özgürdür. Ve partimiz tüm inançlara ortak mesafededir hepsi hukuk karşısında eşittir. İsteyen herkes beğenmediği görüşe karşı eleştiri hakkına sahiptir.
6.İsteyen istediği dinin propagandasını yapar, buna uygun görüşleri açıktan her yerde söyler ve bu yolda çalışmalar yürütür. Ve bu kişiler herkes ile eşit hakka sahiptir (vatandaşlık aslolandır)
7.Devlet hiç bir zaman hiç bir dinden yana bir başka dine karşı tavır alamaz.
8.Kanun önünde herkes eşittir ve laiklik de bunun teminatıdır.
9.Gençlik tamamen türkiye sevdalısı olarak yetiştirilecek ve bunun için eğitim sistemi bu amaçlar doğrultusunca kullanılacaktır.
10.Bizler laik, demokratik ve bir hukuk devleti olan bu sisteme ve cumhuriyete sıkı bağlar ile bağlıyız.
İşte bu özet sadece bir bölümünü aldığımız ve kendisinin İslamcı! yahut ondan yana olan insanların partisinin tüzüğünden alınmıştır. Yani en düzgün görüleninden ki hiç bir itiraza zemin kalmasın. Şimdi maddelere göre daha bunlar parti aşamasındayken sistem onların kafir olmasını yani kendi dinlerine tabi olmasını garantiye almak için tüzükte varolması zorunlu ilkeri nasıl yazıp taahhüt ediyorlar görelim biiznillah;
1 – Müslüman için tek bir anayasa vardır o da Allah’u Teala’nın Kur’anında bizlere hükümler olarak sunduğu ayetleridir. Hiç bir kişinin bu kanunları (hükümleri) beğenmeme yahut tercihe edip etmeme hakkı yoktur. Allah’u Teala neyi yasaklamış ise o yasak neyi serbest bırakmışsa o serbesttir. Bunun dışında hele hele Allah’u Teala’nın kanunlarına zıt kanunlar ihdas etmek, bunları uygulamaya koymak, koyacağını söylemek bile küfürdür.
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman; mü’minlerin sözü, sadece: İşittik ve itaat ettik, demekten ibarettir. Ve işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.” (Nur Suresi 51. Ayet Meali)
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab suresi 36. Ayet meali)
Allah’u Teala net bir biçimde kulun seçme hakkı olmadığını belirtiyor ki inanansan inanır ve itaat edersin. Allah (azze ve celle)’nin Kur’anında belirlediği miras hukuku, ekonomik hukuk (faiz vb..) sosyal hukuk dururken sen kalkıp başka hukuklara tabi olamazsın, onların yaşamasına katkıda bulunamazsın hele hele onları hiç yüceltmezsin. Ama particiler ne diyor, bizim için iki tane hukuk vardır ve bunun içinde İslam’dan Kur’andan ve Allah’u Tealadan hiç bir şey yoktur. Bunu birinci madde söylüyor onların tüzüğü söylüyor biz değil… Kanun koyma ve hükmetme meselelerinde zaten detaylı makaleler sitemizde yer alıyor basireti olan zaten şu kadarcıkla da olsa anlayacaktır. Bizim anayasamız Kur’an sistemimiz Şeriat’tır diyen kalkıp da kendine tağut’un kanunlarına bağlıyım ve öyle de kalacağım deme hakkı yoktur. Kimse bu küfür sözünü söyleme serbestisine sahip değildir, sahibiz diyenler delilini getirmekle mükelleftir.
2 – Cumhuriyet en büyük tağut olan atatürk’ün kazandırmış olduğu bir değer(sizlik)tir. Cumhuriyetle beraber neler getirilmiştir.?
a) Devletin resmi Din’i İslamdır ibaresi anayasadan çıkarıldı. Yani devlet dinsizleştirildi, yahut dinden soyutlandı.
b) Dini devletten devleti de dinden ayıran laiklik ilkesi kabul edildi. Yani devlete ait ne varsa referansını dinden almayacak dinsizlikten alacak.
c) Kur’anın daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacak olan Kur’an alfabesi kaldırıldı.
d) Sarık ve İslam’i giyim kuşam kıyafet devrimi adı altında kaldırıldı, sarık takan ve şapka tamyan yüzlerce kişi idam edildi.
Sadece birisi bile cumhuriyet rejiminin kafir bir rejim olduğunu anlatmaya yetmiyor mu ki buraya daha koyulası onlarca maddeyi de koymadık. Şimdi ne diyordu tüzük? Biz bu cumhuriyeti bir kzanım olarak görüyor ve onun bekası için çalışacağız diyor.
3 – İradeyi ne Allah’u Teala’nın bize emrettiği hükümlerden, emir ve yasaklardan alırız ne de Resulullah (s.a.v) sünneti nedir diye bakarız. Biz dini devlete devleti de dine karıştırmayız (ki devlet dine alabildiğince karışır) Biz Kur’an hukukuna değil beşeri hukuk sistemine ve onun anayasasına bağlıyız. Biz aklımızın ve tecrübelerimizin ürünü olan çağdaş anayasaya sıkı sıkı bağlıyız.
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sad Suresi 26. ayet Meali)
Bakın Allah’u Teala, Resulullah (s.a.v) den önce de tüm peygamberlere dediğini demiş. İnsanlar arasında adaletle yani Bizim sana emrettiklerimiz ile hükmet diyor. Heva ve heves yani tecrübeler ve akıl ürünü olan kanunlara tabi olma sonra saparsın diyor. Heva ve heves, arzular ve insanın şahsi iradesine bırakılacak kadar hafif meseleler değildir Allah (azze ve celle)’ın emir ve yasakları.
“Heva ve hevesini ilah edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” (Casiye Suresi 23. Ayet Meali)
Emir ve yasaklarını beşeri hukuktan alanlar Allah (azze ve celle)’ın emir ve yasaklarından üstün tutmak sureti ile alanlar her ne kadar bilgiye dayalı olarak kanunları insan yararına koyduklarını iddia etseler de yine işin içinden çıkamazlar ki “Kim Allah’dan daha güzel hüküm verebilir” yahut kimin kanunu O’nun kanunundan daha yerli yerinde ve eksiksizdir. Öyle ise akıl ve tecrübe ürünü olan ve devamlı yamalanmöak zorunda kalınan bu kanunlara tabi olmak, hevesi ve hevayı ilah edinmek sapıklığın ta kendisi değilde nedir? anlamayanlara kızmamak gerek ki ayet zaten devamını getiriyor “Hallerinden memnun olmalarından ötürü onların kalpleri ve gözlerine perde çekildi.”
“Onların arasında, seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıkınca kendilerine bilgi verilmiş olanlara “Az önce ne demişti?” diye sorarlar. Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği, heva ve heveslerine uyan kimselerdir.” (Muhammed Suresi 16. ayet Meali)
Allah’u Tealanın emirleri ve onun iradesi karşısında hiç bir irade yoktur, her irade O’na teslim olmakla mükelleftir. Demokrasi ve laikliğin insanlara tanıdığı “Gerçek İrade” ancak şeytanın ve küfrün iradesidir. Madem ki “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab suresi 36. Ayet meali) öyle ise senin iraden ancak Allah’u Tealanın çizdiği sınırlar dahilindedir.
4 – atatürkün meşhur sözü olan bu söze sadık kalacaklarına dair ve bunu bir ülkü yapacaklarına dair tüzüklerine koyuyorlar.
“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” (Bakara Suresi 193. Ayet Meali)
Savaş barışın bundan daha iyi şartını koyan bir söz olabilir mi? Yani sen Allah’u Teala (haşa) yanlış mı söyledi diyorsun da yurtta ve dünyada barışı sağlamak adına üstelik şartlarını Allah (azze ve celle) belirlemişken. O’ndan daha mı akıllısın yahut O’ndan daha mı şefkatlisin. Madem ki seni yoktan vareden bu konuda söylenecek sözü söylemiş senin ne haddine ki bu şartların dışında bir barış ilkesi ihdas ediyorsun. Biz kalkıp topyekün savaşın demiyoruz tabiki, onun da kendi içinde hükümleri var ama kalkıp ölçümüz budur dersen o zaman biz de deriz ki sen yalancı bir kafirsin.
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saff suresi 4. Ayet Meali)
Bunu da anlayacak basirete sahip olanlar anlayacaktır ki tüzüklerinde Allah (azze ve celle) neyi söylemişse bunlar hem zaten sözün söylenmiş olduğu bir konuda söz söylemedensizliğini göstermiş hem de Allah 8azze ve celle) neyi söylemişse bunlar tüzüklerinde bile hepsinin aksini söylemiş. Üstelik Peygamber (s.a.v)’in sünnetini terk edip atatürkün sünneti olan yurtta sulh cihanda sulh sünnetine sarılmışlar.
5 – Kişi isterse İslam olsun diğer dinler olsun farketmez seçmekte, çıkmakta özgürdür. Yani mürted olma serbestisi vereceklerini tüzükleri söylüyor. Konu haddinden fazla uzadığından buraya mürted’in hükmünü alamıyorum, tabi mürtedin hükmü uygulanması içinde İslam’ın devlet olması gerek ama bunlar bu serbestliği vermekle haddi aşıyor ve kendileri mürted oluyor farkında değiller.
Ayrıca bir Müslüman ile bir kafir eşit olamaz eşit görmek küfürdür, çünkü;
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir (necis) pisliktir.” (Tevbe suresi 28. Ayet Meali) Kim bir pisliği gerek hüküm gerekse de davranış ve tutumları ile bu pisliklerle bir görürse o Allah (azze ve celle)’nin hükmünü reddetmiştir ve kafir olmuştur. Müslümana kafirin ve küfrün hühmü olan bu tağutun hükümlerini uygulamak zulümdür ve her zulumün ısrarı insanı küfre götürür.
6 – Hiç bir Müslümanın ehli kitabın dininin propagandasının yapılmasına müsade etmesi düşülemez. Onları Din gibi görüp ona göre muamele yapamaz. Yaparsa yine Allah (azze ve celle)’nin hükmüne karşı gelmiş olur.
“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara Suresi 120. Ayet Meali)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide Suresi 51. Ayet Meali)
“Kim, İslam’dan başka bir din ararsa; ondan asla kabul olunmaz. Ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.” (Al’i İmran Suresi 85. ayet Meali)
Müslüman ile kafiri gerek sosyal, gerek ekonomik gerek dini, gerek kültürel anlamda gerekse de kanun önünde eşit tutmanın fıkıhtaki hükümlerini yazmak yerinde olurdu ancak diğer konulara bırakmak ve bu konuyu okumaktan sıkılınacak hale getirmeyi uygun görmüyoruz.
7 – 8 – Bu mesele diğer meselelerde zaten geçtiğinden tekrar ele alma gereği yoktur.
9 – Gençlik Türkiye sevdalısı değil ümmet sevdası ile yetiştirilmelidir ve kimse ülkesi, milliyeti sebebi ile ona bağlanmaksızın sadece Muhammed (s.a.v) ümmeti olmanın şerefi ile şereflenip bu sevda ile yetişmelidir. Kavmiyetçilik İslam’ın ilk reddettiği meselelerdendir. Unutmayın ki üstünlük ancak takva iledir.
10 – demokrasiye ve laikliğe bağlılıklarını dile getirenler işin sonunda da ağızlarındaki baklayı çıkardılar ve demokrasi ile laikliğe tabi olmanın, onu yaşatacağına söz vermenin ve bir de bunu yazmanın katmerli kafirlik olduğunu sitemizde demokrasi ve laiklik kelimeleri ile yapacağınız aramalardan makalelere ulaşabilirsiniz. Hiç bir Müslüman hem laik hem Müslüman hem demokrat hem de Mümin olamaz olduğunu söylemek zanndan ibarettir.
Buraya kadar o da özetlemek ve tüzüklerinin bir kaç maddesini almakla bu kafirlerin nasıl birer katmerli kafir olduklarını daha parti kurmak sureti ile dinden çıktıklarını izah etmeye çalıştık. Nasip olursa bir de bunların meclise girmeleri var ki orada artık üzerilerinde hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın azılı birer kafir olduklarını daha ne göreceğiz inşaallah. Allah (azze ve celle) nezdinde hiç kimsenin küfür sözü söyleme hürriyeti yoktur. İster iyi niyetle ister kötü niyetle küfür sözünü söyleyen alimlerin cumhuruna köre küfürdür.
Biz küfür sözü söyleriz (yazı da söz gibidir) ve Müslüman olarak kalırız diyenlerin söyleyebilecekleri ve verebilecekleri hiç bir delil yoktur. bu işe gönüllü girmişlerdir ve burada ikrah da zaten yoktur sokulamazda. İkrahın şartları da sitemizde mevcuttur aksini iddia edenler bakabilirler.
Kendi elleri ile tağutun anayasasına, onun kurumlarına bağlı kalacaklarını hatta bu uğurda geliştirmek adına uğraş vereceklerini taahhüt edenler mi islamı hakim kılacak. İslam’ı hakim kılmanın yolu Resulullah (s.a.v) metodudur ve bu metod bir sonraki konumuzda ele alınacaktır inşaallah. İslam2a götürecek aracında islamdan olması gerekir küfür trenine binenin durağı içindekiler şeriat dese de varacakları yer cehennemdir çünkü tren küfür trenidir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Muhakkakki Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” (Ahzab: 21)
"Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Allah'tan gelen bir din ise onun hareket metodu da aynı şekilde Allah'tan gelmiştir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini ameli metodundan ayırmak imkansızdır.
İslam'ın bu şekildeki faaliyet metodunu öğrenince Mekke'de takip ettiği metodun esas olduğunu daha iyi kavrarız. Mekke devresi sadece ilk müslüman cemaatin oluşumuna has bir merhale ve ona uygun bir metoddan ibaret değildir. Bu, her zaman ve her yerde takip edilmesi gereken metoddur. Bu metodu takib etmeden bu din asla hakim olmaz." (İslam'ın Hareket Metodu s:103)
"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu dini getirdiği zaman Araplar servet dağılımı ve adalet yönünden bir toplumun düşebileceği en alt noktada bulunuyordu. Çok az bir azınlık malı ve ticareti elinde bulunduruyordu. Faiz yiyor ve her geçen gün kazancı ve malı artıyordu. Büyük bir çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Servet sahibi olanlar aynı zamanda şeref ve yer sahibiydiler. Ellerinde mal bulunmayan çok büyük bir çoğunluk ise malla birlikte şeref ve yerini de kaybetmişti...
Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem sosyal bir bayrak açarak yüksek tabakaya karşı isyan eder, harb çıkarabilirdi. Gayesini, durumunun düzeltilmesi ve zenginlerin elinde bulunan malların alınıp fakirlere verilmesine kadar ilerletebilirdi.
Şayet Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bir gün olsun böyle bir davet ileri sürseydi, Arap cemiyeti hemen iki safa bölünürdü. O zaman büyük bir çoğunluk yeni yapılan davet ile birlik olur ve mal ve mülk sahiplerinin hakimiyetine karşı çıkarlardı. La ilahe illAllah davasına karşı, bir takım olağanüstü kabiliyete sahip kişilerin dışında bir çok kimsenin ufkuna yücelemediği insanlar bir saf halinde İslam'a karşı duracaklarına, mal ve mülk sahiplerine karşı çıkarlardı.
Denilebilir ki, hz. Rasul bu şekilde hareket ederek çoğunluğu kendi tarafına çekebilir, hakimiyeti eline alarak azınlığı teşkil edenleri yenip, temizledikten sonra eline geçen kuvvet ve hakimiyeti gönderilişindeki esas gayeyi teşkil eden tevhid akidesini yerleştirmek için kullanabilirdi. İnsanları önce kendi kuvvetinin kulu yapar daha sonra da Allah'a kul ettirebilirdi...
Fakat Allah-u Teâlâ Rasulünü asla böyle bir yöne yöneltmedi. Çünkü O, hem bilen hem de hükmedendir...
Bütün bunları yaptırtmıyordu, çünkü çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu...
Ayrıca Hak Teala toplum içinde sosyal adaletin bütün dünyayı kapsayan bir itikadi fikirden doğması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu inanç sisteminde bütün meselelerin Allah'ın emirlerine göre ayarlanması ve Allah-u Teâlâ'nın vereceği hükme göre gelir dağılımının adilane olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Toplum içinde sosyal dayanışmanın hakim olması, alanın da verenin de Allah'ın koyduğu nizamı uygulamalarından dolayı gönül huzuru içinde olmaları gerektiğini ve Allah'a itaat hususunda hem dünyada, hem ahirette iyilik ve hayra nail olma isteğinin hakim olması gerektiğini de gayet iyi biliyordu...
Ancak böyle olursa; gönüller hırsla yanıp kavrulmaz, kalbler kinle dolup taşmaz. Bütün işler kılıç ve kırbaç altında korku ve dehşet içinde normal seyrini takib etmez...
Kalbler fesad bulmaz, ruhlar bozukluk hissetmez. Kısacası "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur" esasından başka esaslar üzerine kurulmuş toplumlardaki korkunç akibetler görülmezdi...
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in rasul olarak gönderildiği sıralarda Arap yarımadasındaki ahlaki seviye en alt noktasında bulunuyordu. Bu arada cemiyetin bedevi kesiminde işlenmemiş faziletler de eksik sayılmazdı.
Zulüm toplumda en fazla yaygın olan bir haldi. Bunu şair Zübeyr hikmet dolu mısralarında şöyle ifade ediyordu:
"Kendi çevresinde silahıyla kuvvet bulmayan kişi yıkılır,
İnsanlara zulmetmeyen kimseler mutlaka zulme uğrar."
Bir atasözü haline gelen "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et'' sözü bu durumu gayet güzel dile getirir.
"İçki ve kumar o toplumda çok yaygın bir alışkanlık ve övünme vasıtası idi. Bütünüyle cahiliyet devri, şiir, içki ve kumar övgüleriyle doludur. Çıplaklık ve ahlaksızlık her çeşidi ile bu cemiyetin belli başlı işaretleri arasında yer alıyordu."
"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem isteseydi bir ıslahatçı olarak ortaya çıkar ve davasını ilan edebilirdi. Cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek, toplumu temizlemek, nefisleri arındırmak, değer ve ölçüleri düzene sokmak gibi hususlarla uğraşabilirdi.
O günkü toplumda her toplumda olduğu gibi bu pisliklarin rahatsız ettiği, ıslahat ve temizlik duygularıyla ortaya atılan her davete rahatça koşacak, temiz nefisli kimseleri de yanında bulurdu...
Denilebilir ki, hz. Rasul o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, salih, ruh safiyetine sahip kimseleri toplar ve böylece getirmiş olduğu akideyi onlara empoze edip kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında "la ilahe illAllah" davasına karşı çıkanları etkisiz hale getirmiş olurdu...
Halbuki Alim ve Hakim olan Allah-u Teâlâ yüce Rasulünü böyle bir yola sevketmiyor.
Zira Hak Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu. Ahlaki esasların değer ölçülerini koyan, hükümler veren ve bu ölçülerin, hükümlerin üzerine oturduğu hakiki sultanın kaynağını kararlaştıran, bir akide temeli üzerine oturmadan geçerli olmayacağını pek iyi biliyordu. İtikadi bir nizamı yerleştirmeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri tutarsız olacaktır. Bu değer ölçüleri üzerine kurulan ahlak prensipleri geçerli olmayacaktır. Çünkü zaptedici kuvvet ve cezalardan mahrum olacaktır..." (İslam'ın Hareket Metodu s:66-69)
"Kureyşliler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:
"Bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet et, bir yıl da biz senin ilahına ibadet edelim."
Bir başka rivayette:
"Sen bizim ilahlarımızı kabul edersen biz de senin ilahını kabul ederiz" diyorlardı.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Onlar isterler ki sen onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." (Kalem: 9) ayetini indirdi. " (İbn-i Cerir-Taberi)
Yine müşrikler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:
"Eğer mal istiyorsan içimizde en çok senin malın oluncaya kadar sana mal verelim, sana en güzel kızlarımızı verelim, seni başımıza geçirelim. Eğer bir hastalığa tutulmuşsan sana en iyi doktorları bulup seni tedavi ettirelim" gibi teklifler sunarak uzlaşma yollarını aradılar. Onların tek istediği şey vardı, o da; ilahlarına saldırılmaması ve hakimiyetin eskiden olduğu gibi yine kendi ellerinde kalması...
Müşriklerin bu teklifini kabul etmek İslâm akidesini temelden sarsar.
Denilebilir ki;
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onların teklifini kabul edip onların başına geçerek İslâm'ı hakim kılma yolunda çaba gösterebilirdi.
Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem asla bu tekliflere yanaşmadı ve Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ı hakim kılmadaki metodunun bu olmadığını çok iyi bildiği için bunları temelden reddetti." (Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 240)
"Müşriklerin kodamanları Allah Rasulune, tek birşey karşılığında mal, çıkar, ve yönetim teklif ediyorlardı. Bu talep Rasulullah'ın "iman savaşı"nı bırakması ve bu uğurda çaba sarfetmeyi sekteye uğraması idi. Şayet bu isteklerine olumlu yanıt verseydi Allah korusun aralarında çatışma diye bir sorun kalmazdı." (Yoldaki İşaretler s:239)
"Mü'minlerle, düşmanları arasındaki mücadele, herşeyden önce bir akide mücadelesinden başka birşey değildir. Mü'minlerin hasımları, sırf imanları yüzünden onlardan öc almaktadırlar, sadece akidelerinden ötürü onlara kin kusmaktadırlar.
Bu savaş ne siyasi, ne iktisadi, ne de ırksal bir savaştır şayet bu ögelerden birisine dayalı savaş olsaydı, sorun kolaylıkla çözümlenebilirdi. Fakat savaş herşeyden önce bir "İman" savaşıdır;
ya küfür veya İman;
ya İslam yada cahiliye... Bunların üçüncü bir alternatifi yok...
Bu bir akide sorunudur, bir inanç savaşıdır..." (Yoldaki İşaretler s: 239)
Ortaya atılan batıl bir metodda ise:
"Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız."
"Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi "gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir" kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?
Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in tepkisi ne oldu?
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; "çoğunluğun kararı geçerlidir" kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; "çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır" kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; "Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz" demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.
Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir." (Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 55-57)
İslam'ın bu şekildeki faaliyet metodunu öğrenince Mekke'de takip ettiği metodun esas olduğunu daha iyi kavrarız. Mekke devresi sadece ilk müslüman cemaatin oluşumuna has bir merhale ve ona uygun bir metoddan ibaret değildir. Bu, her zaman ve her yerde takip edilmesi gereken metoddur. Bu metodu takib etmeden bu din asla hakim olmaz." (İslam'ın Hareket Metodu s:103)
"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu dini getirdiği zaman Araplar servet dağılımı ve adalet yönünden bir toplumun düşebileceği en alt noktada bulunuyordu. Çok az bir azınlık malı ve ticareti elinde bulunduruyordu. Faiz yiyor ve her geçen gün kazancı ve malı artıyordu. Büyük bir çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Servet sahibi olanlar aynı zamanda şeref ve yer sahibiydiler. Ellerinde mal bulunmayan çok büyük bir çoğunluk ise malla birlikte şeref ve yerini de kaybetmişti...
Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem sosyal bir bayrak açarak yüksek tabakaya karşı isyan eder, harb çıkarabilirdi. Gayesini, durumunun düzeltilmesi ve zenginlerin elinde bulunan malların alınıp fakirlere verilmesine kadar ilerletebilirdi.
Şayet Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bir gün olsun böyle bir davet ileri sürseydi, Arap cemiyeti hemen iki safa bölünürdü. O zaman büyük bir çoğunluk yeni yapılan davet ile birlik olur ve mal ve mülk sahiplerinin hakimiyetine karşı çıkarlardı. La ilahe illAllah davasına karşı, bir takım olağanüstü kabiliyete sahip kişilerin dışında bir çok kimsenin ufkuna yücelemediği insanlar bir saf halinde İslam'a karşı duracaklarına, mal ve mülk sahiplerine karşı çıkarlardı.
Denilebilir ki, hz. Rasul bu şekilde hareket ederek çoğunluğu kendi tarafına çekebilir, hakimiyeti eline alarak azınlığı teşkil edenleri yenip, temizledikten sonra eline geçen kuvvet ve hakimiyeti gönderilişindeki esas gayeyi teşkil eden tevhid akidesini yerleştirmek için kullanabilirdi. İnsanları önce kendi kuvvetinin kulu yapar daha sonra da Allah'a kul ettirebilirdi...
Fakat Allah-u Teâlâ Rasulünü asla böyle bir yöne yöneltmedi. Çünkü O, hem bilen hem de hükmedendir...
Bütün bunları yaptırtmıyordu, çünkü çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu...
Ayrıca Hak Teala toplum içinde sosyal adaletin bütün dünyayı kapsayan bir itikadi fikirden doğması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu inanç sisteminde bütün meselelerin Allah'ın emirlerine göre ayarlanması ve Allah-u Teâlâ'nın vereceği hükme göre gelir dağılımının adilane olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Toplum içinde sosyal dayanışmanın hakim olması, alanın da verenin de Allah'ın koyduğu nizamı uygulamalarından dolayı gönül huzuru içinde olmaları gerektiğini ve Allah'a itaat hususunda hem dünyada, hem ahirette iyilik ve hayra nail olma isteğinin hakim olması gerektiğini de gayet iyi biliyordu...
Ancak böyle olursa; gönüller hırsla yanıp kavrulmaz, kalbler kinle dolup taşmaz. Bütün işler kılıç ve kırbaç altında korku ve dehşet içinde normal seyrini takib etmez...
Kalbler fesad bulmaz, ruhlar bozukluk hissetmez. Kısacası "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur" esasından başka esaslar üzerine kurulmuş toplumlardaki korkunç akibetler görülmezdi...
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in rasul olarak gönderildiği sıralarda Arap yarımadasındaki ahlaki seviye en alt noktasında bulunuyordu. Bu arada cemiyetin bedevi kesiminde işlenmemiş faziletler de eksik sayılmazdı.
Zulüm toplumda en fazla yaygın olan bir haldi. Bunu şair Zübeyr hikmet dolu mısralarında şöyle ifade ediyordu:
"Kendi çevresinde silahıyla kuvvet bulmayan kişi yıkılır,
İnsanlara zulmetmeyen kimseler mutlaka zulme uğrar."
Bir atasözü haline gelen "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et'' sözü bu durumu gayet güzel dile getirir.
"İçki ve kumar o toplumda çok yaygın bir alışkanlık ve övünme vasıtası idi. Bütünüyle cahiliyet devri, şiir, içki ve kumar övgüleriyle doludur. Çıplaklık ve ahlaksızlık her çeşidi ile bu cemiyetin belli başlı işaretleri arasında yer alıyordu."
"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem isteseydi bir ıslahatçı olarak ortaya çıkar ve davasını ilan edebilirdi. Cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek, toplumu temizlemek, nefisleri arındırmak, değer ve ölçüleri düzene sokmak gibi hususlarla uğraşabilirdi.
O günkü toplumda her toplumda olduğu gibi bu pisliklarin rahatsız ettiği, ıslahat ve temizlik duygularıyla ortaya atılan her davete rahatça koşacak, temiz nefisli kimseleri de yanında bulurdu...
Denilebilir ki, hz. Rasul o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, salih, ruh safiyetine sahip kimseleri toplar ve böylece getirmiş olduğu akideyi onlara empoze edip kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında "la ilahe illAllah" davasına karşı çıkanları etkisiz hale getirmiş olurdu...
Halbuki Alim ve Hakim olan Allah-u Teâlâ yüce Rasulünü böyle bir yola sevketmiyor.
Zira Hak Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu. Ahlaki esasların değer ölçülerini koyan, hükümler veren ve bu ölçülerin, hükümlerin üzerine oturduğu hakiki sultanın kaynağını kararlaştıran, bir akide temeli üzerine oturmadan geçerli olmayacağını pek iyi biliyordu. İtikadi bir nizamı yerleştirmeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri tutarsız olacaktır. Bu değer ölçüleri üzerine kurulan ahlak prensipleri geçerli olmayacaktır. Çünkü zaptedici kuvvet ve cezalardan mahrum olacaktır..." (İslam'ın Hareket Metodu s:66-69)
"Kureyşliler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:
"Bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet et, bir yıl da biz senin ilahına ibadet edelim."
Bir başka rivayette:
"Sen bizim ilahlarımızı kabul edersen biz de senin ilahını kabul ederiz" diyorlardı.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Onlar isterler ki sen onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." (Kalem: 9) ayetini indirdi. " (İbn-i Cerir-Taberi)
Yine müşrikler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:
"Eğer mal istiyorsan içimizde en çok senin malın oluncaya kadar sana mal verelim, sana en güzel kızlarımızı verelim, seni başımıza geçirelim. Eğer bir hastalığa tutulmuşsan sana en iyi doktorları bulup seni tedavi ettirelim" gibi teklifler sunarak uzlaşma yollarını aradılar. Onların tek istediği şey vardı, o da; ilahlarına saldırılmaması ve hakimiyetin eskiden olduğu gibi yine kendi ellerinde kalması...
Müşriklerin bu teklifini kabul etmek İslâm akidesini temelden sarsar.
Denilebilir ki;
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onların teklifini kabul edip onların başına geçerek İslâm'ı hakim kılma yolunda çaba gösterebilirdi.
Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem asla bu tekliflere yanaşmadı ve Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ı hakim kılmadaki metodunun bu olmadığını çok iyi bildiği için bunları temelden reddetti." (Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 240)
"Müşriklerin kodamanları Allah Rasulune, tek birşey karşılığında mal, çıkar, ve yönetim teklif ediyorlardı. Bu talep Rasulullah'ın "iman savaşı"nı bırakması ve bu uğurda çaba sarfetmeyi sekteye uğraması idi. Şayet bu isteklerine olumlu yanıt verseydi Allah korusun aralarında çatışma diye bir sorun kalmazdı." (Yoldaki İşaretler s:239)
"Mü'minlerle, düşmanları arasındaki mücadele, herşeyden önce bir akide mücadelesinden başka birşey değildir. Mü'minlerin hasımları, sırf imanları yüzünden onlardan öc almaktadırlar, sadece akidelerinden ötürü onlara kin kusmaktadırlar.
Bu savaş ne siyasi, ne iktisadi, ne de ırksal bir savaştır şayet bu ögelerden birisine dayalı savaş olsaydı, sorun kolaylıkla çözümlenebilirdi. Fakat savaş herşeyden önce bir "İman" savaşıdır;
ya küfür veya İman;
ya İslam yada cahiliye... Bunların üçüncü bir alternatifi yok...
Bu bir akide sorunudur, bir inanç savaşıdır..." (Yoldaki İşaretler s: 239)
Ortaya atılan batıl bir metodda ise:
"Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız."
"Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi "gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir" kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?
Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in tepkisi ne oldu?
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; "çoğunluğun kararı geçerlidir" kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; "çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır" kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; "Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz" demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.
Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir." (Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 55-57)
Bütün Bid'atler Sapıklıktır.!
1- İnanılması ve bilinmesi mutlaka şart olan din esaslarından biri; İslam’ın Allah Teala tarafından bina edilmiş ve tamamlanmış olmasıdır. İnsanlara düşen şey ancak dinlemek ve itaat etmektir. Bu apaçık ortada olan bir gerçektir.
Allah Azze ve Celle buyuruyor ki;
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.” (Maide 3)
Bu ayeti kerime şeriatın tam ve kâmil olduğunu, ihtiyacı olan herkese Allah’ın indirdiğinin yeterli olduğunu gösterir. Nitekim Allah Teala; “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat 56) buyurmuştur.
İmam İbni Kesir Tefsirinde der ki;
“Bu, Allah Teala’nın bu ümmete lutfettiği en büyük nimettir. Allah bu ümmetin dinini kemale erdirmiştir. Artık dinlerinden başka bir dine ve peygamberlerinden başka bir peygambere ihtiyaç duymayacaklardır. Bu yüzden Allah peygamberini, peygamberlerinin sonuncusu kılmış, insanlara ve cinlere elçi göndermiştir. Onun helal kıldığından başka helal, onun haram kıldığından başka haram yoktur. Onun getirdiği dinden başka da din yoktur.” |Tefsir, (2/19)|
Dinin yeterli olmadığını, kemale erdirilmediğini ve sonradan çıkarılan bidatlere ihtiyaç olduğunu iddia etmek çirkin bir cürettir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı ve onlardan sonraki âlimler asla böyle bir anlam çıkarmamışlardır. İbn Mesud radıyAllahu anh diyor ki; “Tâbî olunuz, bidat çıkarmayınız. Bu size yeter. Her bidat sapıklıktır.” |Lalkaî, es-Sunne (1/96)|
İmam Buharî, Huzeyfe İbn el-Yeman radıyAllahu anh’den rivayet ediyor; “Ey Kurrâlar topluluğu! İstikamet üzere olunuz. Böyle olursanız öne geçersiniz. Sağa sola ayrılırsanız büyük bir sapıklığa düşersiniz.” |Buhari (7282)|
Sözün kısası, bidati güzel görüp ona devam eden kimselere göre “Din tamamlanmamıştır” ve onlara göre Allah’ın; “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım” (Maide 3) ayetine itibar edilmez” demektir.(!) |Şatıbi, el-İ'tisam (1/147)|
Şayet böyle olursa, bidatçi; “Din tamamlanmamıştır, onda eksik kalan bazı şeyleri eklemek gerekir.” demiş gibi oluyor. Zira dinin kemale ermiş olduğuna iman etseydi, bidat çıkarmazdı. Böylece bunu diyen kimse dosdoğru yoldan sapmış olur.
2- Şüphesiz Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, risalet görevini eksiksiz olarak, hakkıyla yerine getirmiştir. Allah Teala buyuruyor ki; “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl 44) O da bunu yapmış ve kendisinden razı olunmuş bir halde Rabbinin katına intikal etmiştir. Din kemal bulmuş olup ziyadeye ihtiyacı yoktur.
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem de şu hadisinde buna işaret etmiştir; “Benden öncekiler içinde hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetine bilmedikleri hayrı göstermek ve bilmedikleri kötülüklerden onları sakındırmak üzerine vazife olmasın.” |Müslim|
Ebu Zerr radıyAllahu anh’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Sizi cennete yaklaştıracak her şeyi ve sizi cehennemden uzaklaştıracak her şeyi size açıkladım.” |Taberani (1647)|
Yine buyurdu ki; “Sizleri gecesi de gündüzü gibi olan bir aydınlık yolda bıraktım. Benden sonra kim bu yoldan saparsa helak olur.” |İbn Mace|
Aişe radıyAllahu anha dedi ki; “Kim size peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse onu tasdik etmeyin. Zira Allah Teala buyuruyor ki; “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 67)” |Sahihayn|
Bazı müşrikler Selman el-Farisî radıyAllahu anh’e; “Görüyoruz ki arkadışınız size hela edeplerine kadar her şeyi öğretiyor” deyince, o da; “Evet, bize kıbleye dönmememizi, sağımızla intinca etmememizi, üç taştan azıyla yetinmememizi, kemik ve tezekle de istinca etmememizi öğretti.” Demiştir. |Muslim|
İbnul Macişun der ki; “İmam Malik’in şöyle dediğini işittim; “Kim güzel bularak islam’da bir bidat çıkarırsa, Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem’in risalet görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Zira Allah Teala; “Bugün dininizi kemale erdirdim” buyurmuştur. O gün dinden olmayan bir şey bugün de dinden olamaz." |Şatıbi, el-İ'tisam (1/64)|
3- Şeriat koymak beşerin değil, alemlerin Rabbinin hakkıdır. Şayet şeriat koyma insanlara bırakılsaydı, şeriat nazil olmaz, peygamber gönderilmezdi. Bu yüzden dinde bidat ortaya koyan, kendini Allah’a denk görmüş olur. Böylece ihtilaf kapısını da açar.
Allah Teala buyuruyor ki; “Rabbinizden size indirilene uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az ibret alıyorsunuz!” (A’raf 3)
“Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” (Şura 21)
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 153)
Tabiinin büyüklerinden imam Mücahid radıyAllahu anh dedi ki; “Bu ayette geçen “Sizi ondan ayıracak yollara uymayın” kavlindeki “yollar” bidat ve müteşabihlerdir. |Beyhaki, el-Medhal|
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Kim bu işimizde (dinimizde) olmayan şeyler çıkarırsa o reddolunur.” |Sahihayn|
“Kim emrimiz üzere olmayan bir şeyle amel ederse o reddolunur.” |Muslim|
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, kendi nefsinden şeriat koyucu değildir;
Allah Teala buyuruyor ki; “Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik.” (Nisa 105)
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl 44)
“O hevayu hevesinden konuşmaz, o ancak kendisine bildirilen bir vahiy ile konuşur.” (Necm 3-4)
“De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum.” (A’raf 203)
“Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir.” (En’am 106)
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, Allah’ın emretmediği şeyler yapanları kötülemiştir; İbn Mesud radıyAllahu anh rivayet ediyor; Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; “Allah Azze ve Celle’nin benden önce gönderdiği her peygamberin kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan seçkin havarileri ve ashabı vardı. Bunlardan sonra gelenler ise yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler oldular. Onlarla eliyle cihad eden mümindir, diliyle cihad eden mümindir, kalbiyle cihad eden mümindir. Bu kadarını da yapmayan kimse de artık hardal tanesi kadar bile iman yoktur.” |Muslim|
Kim kendiliğinden bir ibadet yaparak bidat çıkarırsa, bu sapıklık kendisine reddolunur. Zira şüphesiz Allah, kendisine yaklaştıraak olan ibadetleri koymaya hak sahibi olandır.
İbn Kayyım der ki; “Bilinmektedir ki, Allah ve Rasulü'nün bildirdiğinden başka haram, Allah ve Rasulünün kötü gördüğü dışında kötülük olmadığı gibi, Allah’ın vacip kıldığından başka farz da yoktur. Allah’ın koyduğundan başka şeriat olamaz. İbadetlerde asıl olan, onun meşru olduğunu gösteren bir delil olmadığı müddetçe o ibadetin geçersiz oluşudur. Akidler ve muamelelerde asıl olan ise, yasaklığına dair bir delil olmadığı müddetçe sahih olmasıdır. (Eşyada asıl olan mübahlıktır)” |İ'lam, (1/344)|
İbn Teymiyye der ki; “Şer’î bir delil olmaksızın hiç kimse için bir ibadet veya bir yakınlık vesilesi edinme imkanı yoktur.” |Fetava (31/35)|
İmam İbn Kesir, Kur'an okuma sevabının ölüye hediye edilmesi meselesindeki ihtilaf hakkında der ki; “Kuran okuma ölünün amelinden ve kazancından değildir. Bu sebepledir ki, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ümmetini ölüler için Kur'an okumaya, ne açık bir ifadeyle ne de îmâ ile teşvik etmemiştir. Sahabelerin hiçbirisinden de bu konuda bir nakil yoktur. Şayet bu hayırlı bir amel olsaydı, şüphesiz onlar bu hayırda bizi geçerlerdi. Allah’a yaklaştıran ameller ancak nass ile sabit olur ve bu hususta kıyas ile veya birtakım görüşlerle karar verilemez.” |Tefsir, (4/401)|
Sahabe ve Tabiinden salih selefimiz işte bu yol üzere idiler.”
Ali İbn Ebu Talib radıyAllahu anh der ki; “Şayet din, görüş ile olsaydı mestlerin üzerini değil, altını mesh ederdim. Fakat ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mestlerinin üzerini mesh ettiğini gördüm.” |Ebu Davud|
Ömer İbn el-Hattab radıyAllahu anh Haceru'l-Evsed'i öptükten sonra şöyle demişti; “Şüphesiz biliyorum ki, sen faydası ve zararı olmayan bir taşsın. Şayet Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim.” |Sahihayn|
Bir kadın Aişe radıyAllahu anha’ya; “Bizden biri temizlenince namazını neden kaza etmiyor?” diye sorunca; “Sen harûrî (Hâricî) misin? Biz Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem’in zamanında hayız olduğumuz zaman bize bunu emretmezdi.” |Sahihayn|
Nafi anlatıyor; İbni Ömer radıyAllahu anha’nın yanında birisi hapşırdı ve “Elhamdulillah ve's-Selamu ala Rasulih” dedi. Bunun üzerine İbni Ömer radıyAllahu anha; “Ben de derim ki, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bize öğrettiği böyle değildir. Biz deriz ki; “Elhamdulillahi ala kulli hal” |Tirmizi|
Bu nebevî hadisler ve seleften gelen rivayetler, şeriatı anlamadaki doğru yolu açıklamaktadır. Şüphesiz aklın bunun aksini güzel görmesine veya şahsi görüşün bunun zıddını süslemesine mecal yoktur. Şüphesiz şer’î naslar bu şekilde varid olmuştur.
İmam Şafiî radıyAllahu anh der ki; “Kim bir konuda istihsan ile (Şahsi görüşle güzel bularak) hükmederse şeriat koymuş olur.” |Gazzalî, el-Menhul (sy: 374)|
4- Şüphesiz bidat çıkarmak, hevaya tabi olmaktır. Zira akıl, eğer şeriata tâbî değilse, onda heva ve şehvetten başka bir şey yoktur. Bilirsin ki hevâya uymak, apaçık bir sapıklıktır.
Allah Teala’nın şu kavlini görmez misin; “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sa’d 26)
Neticede hüküm, hak ve heva olmak üzere iki şık arasındadır. Bir üçüncü şık yoktur. Yine Allah Azze ve Celle buyuruyor ki;
“Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf 28)
“Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir!” (Kasas 50)
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” (Casiye 18)
İbni Mesud radıyAllahu anh’den; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte Allah’ın yolu” sonra bu çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizerek buyurdu ki; “İşte bu yollardan her birinin üzerinde şeytan vardır ve kendisine çağırır.” Sonra şu ayeti okudu; “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 153) |Darimi, Ahmed|
İbn Mesud radıyAllahu anh dedi ki; “Şüphesiz bizler, uyarız, yenilik çıkarmayız, tâbî oluruz, bidat çıkarmayız. Emre sarıldığımız sürece sapıtmayız.” |Lalkaî, Şerhu Usuli İ'tikad (1/96)|
5- Amelin kabul olunması için ihlâs yeterli değildir. Zira şüphesiz, İslam iki dînî esas üzere kuruludur; ortağı olmayan tek Allah’a kulluk etmemiz ve dinde meşru olan, Rasulün emri olan şeyle ibadet etmemiz.
Yani sahih amel iki şart ile makbul olur; ihlâs ve Rasule tâbi olmak.
Fudayl bin Iyaz radıyAllahu anh der ki;
“Şüphesiz amel samimî olup doğru olmazsa kabul edilmez. Yine amel, doğru olup samimi olmazsa kabul edilmez. Samimi olması; yalnız Allah için yapılmasıdır. Doğru olması ise sünnete uygun olmasıdır.” |Ebu Nuaym, Hilye (8/95)|
Bunun delilleri çoktur.
İbadetin Allah’a has kılınması şu ayetlerle vaciptir; “Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (Beyine 5)
Bir adam Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’e gelerek; “Hem sevabını hem de övülmeyi umarak savaşan kimse hakkında ne dersin?” dedi. Buyurdu ki; “Ona karşılık yoktur” adam bunu üç sefer sordu ve hepsinde aynı cevabı aldı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem sonunda şöyle buyurdu; “Şüphesiz Allah ancak kendisi için halis olarak yapılan ameli kabul eder.” |Nesai|
Rasule tabi olmanın gereğine gelince; Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur; “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmran 31)
“Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.” (A’raf 158)
Enes radıyAllahu anh anlatıyor:
Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'ın zevce-i pâklerinin hâne-i saâdetlerine bir gurub erkek gelerek Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın (evdeki) ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kim, biz kimiz? Allah O'nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir (bu sebeple O'na az ibadet de yeter) dediler. İçlerinden biri: "Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım" dedi. İkincisi: "Ben de hayatımca hep oruç tutacağım, hiç bir gün terk etmeyeceğim" dedi. Üçüncüsü de: "Kadınları ebediyen terk edip, onlara hiç temas etmeyeceğim" dedi. (Bilâhere durumdan haberdar olan) Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm onları bularak:
"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazan oruç tutar, bazan yerim: namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. (Benim sünnetim budur), kim sünnetimi beğenmezse benden değildir" buyurdu. |Sahihayn|
Muaviye radıyAllahu anh Kabe’nin dört rüknünü selamlayınca İbn Abbas radıyAllahu anh; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu iki rüknü selamlamazdı” dedi. Muaviye radıyAllahu anh; “Bu ikisi Kabe’den ayrı değil ki” dedi. İbn Abbas radıyAllahu anh; “Sizin için Allah Rasulünde en güzel örnek vardır” dedi. Bunun üzerine Muaviye radıyAllahu anh; “Doğru söyledin” dedi. |Sahihayn|
Amr İbn Yahya’dan; “babamı, babasından (naklen) şöyle rivayet ederken duydum: "Babam dedi ki; "Sabah namazından önce Abdullah b. Mes'ûd'un kapısının önünde otururduk. Çıktığında, onunla beraber mescide giderdik. Neyse (bir gün) Ebû Musa el-Eş'arî yanımıza geldi ve; "Ebû Abdirrahman (yani Abdullah b. Mesûd) şimdiye kadar yanınıza çıktı mı?" dedi. "Hayır" dedik. O da bizimle beraber oturdu. Nihayet (Abdullah) çıktı. Çıkınca toptan ona ayağa kalktık.
Sonra Ebû Musa ona şöyle dedi: "Ey Ebû Abdirrahman! Biraz önce mescidde yadırgadığın bir durum gördüm. Ama yine de, Allah'a şükür, hayırdan başka bir şey görmüş değilim." (Abdullah) "Nedir o?" diye sordu. O da; "Yaşarsan birazdan göreceksin. Mescidde halkalar halinde, oturmuş, namazı bekleyen bir topluluk gördüm. Her halkada (İdareci) bir adam, (halkadakilerin) ellerinde de çakıl taşları var. (idareci): "Yüz defa Allahu ekber deyin" diyor, onlar da yüz defa Allahu Ekber diyorlar. Sonra, yüz defa La İlahe İllallah, deyin diyor, onlar da yüz defa La ilahe İllallah diyorlar. Yüz defa Sübhanallah deyin diyor, onlar da yüz defa Sübhanallah diyorlar."
Abdullah İbn Mes'ûd; "Peki onlara ne dedin?" dedi. "Senin görüşünü bekleyerek -veya "senin emrini bekleyerek"- onlara bir şey söylemedim." dedi.
Dedi ki; "onlara kötülüklerini hesab etmelerini emredip (bununla) iyiliklerinden hiçbir şeyin de zayi edilmeyeceğine dair onlara güvence verseydin ya!" dedi. Sonra gitti, biz de onunla beraber gittik. Nihayet o, bu halkalardan birine geldi, başlarında durdu ve şöyle dedi: "Bu, yaptığınızı gördüğüm nedir?"
Dediler ki; "Ey Ebû Abdirrahman! Bunlar çakıl taşları. Onlarla Allahu Ekber, La ilahe İllAllah ve SubhanAllah deyişleri sayıyoruz."
(Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki; "Artık kötülüklerinizi sayıp (hesab edin)! Ben, iyiliklerinizden hiç bir şeyin zayi edilmeyeceğine kefilim. Yazıklar olsun size! Ey Ümmet-i Muhammed, ne çabuk helak oldunuz! Peygamberinizin -sallAllahu aleyhi ve sellem- şu sahabesi içinizde hâlâ bolca bulunmakta. İşte onun elbiseleri, henüz eskimemiş; kapları, (henüz) kırılmamış. Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, sizler kesinlikle ya Muhammed'in dininden daha doğru yolda olan bir din üzerindesiniz (-ki bu imkânsızdır-) veya bir sapıklık kapısı açmaktasınız."
Onlar; "Vallahi, ey Ebû Abdirrahman, biz, başka bir şey değil, sadece hayrı (elde etmeyi) İstedik" dediler.
O da şöyle karşılık verdi; "Hayrı (elde etmek) isteyen niceleri vardır ki onu hiç elde edemeyeceklerdir. Resûlullah -salallahu aleyhi ve sellem- bize haber vermişti ki; Kur'an'ı okuyacak olan bir topluluğun bu okuyuşları sadece dilde kalacak, onların köprücük kemiklerini ileriye geçmeyecek. Vallahi, bilmiyorum, belki onların çoğu sizdendir." Sonra Abdullah onlardan yüz çevirdi.
(Amr b. Yahya'nın dedesi) Amr b. Selime, bundan sonra şöyle dedi: Bu halkalardaki (insanların) tamamını, en-Nehrevân olayında, haricîlerin yanında bize karşı vuruşurken gördük." |Darimi, Taberani|
Bu kıssa, alim sahabelerin, ibadetlerin vesile ve maksatları hakkındaki anlayışlarını göstermektedir. Bir topluluk, Allah Azze ve Celle’yi tesbih, tekbir, tehlil ve tahmid ile zikrediyor, bu zikredişlerini saymak için taş kullanıyorlar. Bu amellerinde niyetleri Allah’a ibadet etmek olduğu halde İbni Mesud radıyAllahu anh bunları sünnete muhalif bir bidat görerek onlara karşı çıkmıştır. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapmamıştır. Onların niyetlerinin güzel oluşu, yaptıklarının sahih olduğunu göstermiyor. Zira niyetin güzel olması, bidatı sünnete çevirmez ve çirkini güzel yapmaz. Güzel niyetin yanında sünnete ve selefe uyma şartı da kaçınılmazdır.
Said İbn el-Museyyeb radıyAllahu anh, fecrin doğuşundan sonra namaz kılmaya devam eden birini gördü ve onu uyardı. Adam; “Ey Ebu Muhammed! Namaz kıldım diye Allah bana azab eder mi?” diye aklınca haklı bir gerekçe zikretti. İbnül Müseyyeb; “Hayır, fakat Allah sana Sünnet’e aykırı hareket ettiğin için azab eder.” Dedi. |Darimi|
Elbanî der ki; “Said İbn el-Müseyyeb’in bu veciz cevabı, bidatleri güzel görene karşı ve sünnet ehlini “zikri ve namazı inkâr etmekle” suçlayanlara karşı kuvvetli bir silahtır. Hâlbuki sünnet ehli sadece sünnete muhalif olan namaz, zikir v.b. şeylere karşı çıkmaktadır.” |el-İrva (2/236)|
Birisi İmam Malik’e; “Ey Ebu Abdullah! Nerede ihrama gireyim?” dedi. O da; “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in girdiği yer olan Zul-Huleyfe’den itibaren” dedi. Adam; “Ben, kabrin yanında, Mescidin yanından girmek istiyorum” dedi. İmam Malik; “Öyle yapma! Fitneye düşmenden korkarım.” Dedi. Adam; “Bunda ne gibi bir fitne olabilir ki? Ben daha fazla mesafeden ihrama gireceğim.” Deyince İmam Malik; “Hangi fitne senin kendini Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’i fazilette geçmiş görmenden daha büyük olabilir? Allah Azze ve Celle buyuruyor ki; “O’nun emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitnenin veya elim bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur 63)” |Hatib, el-Fakih (1/148)|
6- Sahih deliller bidati mutlak olarak kötülemektedir. Bidatın; “hasene=güzel” ve “seyyie=kötü” diye ikiye taksim edilmesinin delili yoktur.
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem; “Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık ta ateştedir.” Buyurmuştur. |Muslim, Nesai|
Yine şöyle buyurmuştur; "Sizden kim Benden sonra yaşarsa birçok ihtilaflar görecektir. Bu yüzden sünnetime ve hidayete erdirilmiş raşid halifelerin sünnetine sarılmanız gereklidir. Ona azı dişlerinizle ısırır gibi sarılıp, bırakmayın. Sizleri sonradan çıkarılanlardan sakındırırım. Zira şüphesiz her sonradan çıkarılan şey bidattir ve her bidat sapıklıktır." |Ebu Davud, Tirmizi, Ahmed, Darimi|
“Kim şu emrimizde olmayan bir şey çıkarırsa o reddolunur.” |Sahihayn|
“Kim emrimiz olmayan bir şeyle amel ederse, o reddolunur.” |Muslim|
Bu hadislerde olduğu gibi bidatler arasında bir ayrım söz konusu değildir. Nekre (belirsiz) olarak gelen izafe umum ifade eder. ancak bir istisna varsa o başka. Peki burada istisna nerede? Bazılarının istisna iddialarına cevap inşallah ileride gelecek.
Bu, bütün salih selefin anlayışıdır.
Nitekim İbn Ömer radıyAllahu anha şöyle demiştir; “İnsanlar güzel görse de bütün bidatler sapıklıktır.” |Lalkai (126)|
İbni Mesud radıyAllahu anh şöyle demiştir; “Ey İnsanlar! Sizler hadis anlatıyorsunuz ve size hadis anlatılıyor. Bir bidat gördüğünüz zaman ilk duruma sarılın.” |Lalkai (1/77)|
İşte bu iki sahabe bidati umum manada almışlar, güzel-çirkin ayrımı yapmamışlardır. Usul ilminde sabit olmuştur ki; şeriatın küllî delili, pek çok yerde, farklı zamanlarda ve farklı durumlarda tekrar ederse, o tahsis edilmez ve sınırlandırılmaz. Böylece delilin getirdiği hüküm, mutlak olarak genellik ifade eder. Bidati kötüleyen ve ondan sakındıran hadisler de bu kabildendir. Nitekim peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, minber üzerinde Müslüman topluluğuna pek çok zaman ve farklı hallerde bütün bidatlerin sapıklık olduğunu belirtmiş, ne bir ayette, ne de bir hadiste bu konudaki genelleştiren ifadeyi sınırlandıran bir delil gelmemiştir. Bu da genel ifadenin, mutlak oluşunu gösterir.
Salih Selef de bidatin kötülenmesinde icma etmiş, bundan hiçbir şeyi istisna etmemişlerdir. Sabit olan icma; bütün bidatlerin kötü oluşunu, hiçbir bidatin güzel olamayacağını göstermektedir.
7- Bidatın güzelinin de olduğunu iddia edenlerin, yapılan işin zahirde taat olduğunu mazeret göstermeleri geçersizdir. Aslında o tam aksine masiyettir. Zira mücerred akıl, mesela öğlen namazını neşeli zamanlarda beş rekat kılmayı daha güzel görür. Bu, diğer farzlar için de aynıdır. Bidati güzel görenin, güzelini çirkininden ayırmaya şiddetli bir ihtiyacı vardır. Biz ittifakla diyoruz ki; zahiri taat olan her şey taat olmadığı gibi, zahiri masiyet olan her şey de masiyet değildir. Neticede bidatçi, isabet ettiği güzel bidat ile hatta ettiği çirkin bidat arasında döner durur. Durum böyle olunca, bu bidatin güzel olduğunu iddia etmek ancak Kitab ve Sünnet’ten bir delil ile mümkün olabilecektir. Hâlbuki Kitab ve Sünnet’ten delil bulunan şey bidat değildir. O halde “güzel bidat” iddiası batıldır.
Herhangi bir amelin “güzel bidat” olduğunu iddia edene; “bir bidatin güzel mi, yoksa çirkin mi olduğunu nereden anladığını sorarız.
Güzel zannedilen pek çok amelin aslında çirkin bidat olduğuna sıkça şahid oluruz.
Ukbe bin Amir radıyAllahu anh’den şu rivayet gelmeseydi anlayamazdık; “Üç vakit vardır ki, Resülullah aleyhissalatu vesselâm bizi o vakitlerde namaz kılmaktan veya ölülerimizi mezara gömmekten nehyetti: Güneş doğmaya başladığı andan yükselinceye kadar, Öğleyin güneş tepe noktasına gelince, meyledinceye kadar, Güneş batmaya meyledip batıncaya kadar." |Muslim|
Sahihayn’daki rivayette Aişe radıyAllâhu anhâ anlatıyor: "Allah namazı (ilk defa farz ettiği zaman iki rek'at olarak farz etmişti. Sonra onu hazer için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı ilk farz edildiği şekilde sabit tutuldu." Bu hadis ulaşmasaydı, seferde namazı tam kılmanın caiz olmadığını anlayamazdık.
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, abdest alırken azalarını üçer kere yıkadıktan sonra; “İşte abdest budur. Kim bundan fazla yaparsa kötülük ve zulüm etmiş olur.” Buyurmuştur. |Ebu Davud| Bu hadis olmasaydı abdest alırken azaları beş kez yıkamanın, akıl güzel gördüğü halde caiz olmadığını anlayamazdık.
İbni Abbas radıyAllahu anh rivayet ediyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Dikkat edin! Ben rükû ve secdelerde Kuran okumaktan nehyolundum” |Muslim| Bu hadis olmasaydı bu fiilin caiz olmadığını nereden anlayacaktık? Şeriatta taat zannedilen birçok şey aslında masiyettir ve ceza gerektirir.
8- İnsanların çoğu, genel manada gelen nasları bidatleri için delil getiriyorlar. Bu ise büyük bir hata olup, usul ilminin önemli kaideleri ile çelişmektedir.
Mesela; birkaç kişi mescide namaz kılmak için gelseler, içlerinden biri öne geçip onlara cemaatle tahıyyetul mescid namazı kıldırsa, içlerinden bazısı da buna karşı çıksa, diğerleri de kişinin cemaatle kıldığı namazın yalnız başına kıldığı namazdan daha faziletli olduğuna dair hadisleri delil getirse, iki ayrı görüşe bölünmüş olmazlar mı? Bunlardan birisi bu istidlale uygun, diğeri muhaliftir. Halbuki bu delil başka bir konuda varid olmuştur. Peki, burada ayırıcı kavil hangisidir?
İbn Teymiyye, Tefsir Usulü’ne Giriş adlı eserinde diyor ki;
“Şu bilinmelidir ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashabına Kuran’ın manalarını, onun lafızlarını nasıl açıkladıysa öyle açıklamıştır. Çünkü Allah Teala’nın; “Biz sana zikr’i indirdik ki, insanlara ne indirildiğini açıklayasın.” (Nahl 44) ayeti, hem lafzın, hem de mananın açıklanmasını içine alır.
(Tabiîn’den) Ebu Abdurrahman es-Sulemî demiştir ki;
“Osman bin Affan ve Abdullah bin Mesud gibi, bize Kuran okutanlar bildirmişlerdir ki, onlar peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den on ayeti ilim ve amelce öğrenmeden geçmezlerdi. Onlar bize dediler ki; “Bizler Kuran’ı ilim ve amel ile birlikte öğrendik.” |Taberi (1/80) Kurtubi (1/39)|
Bundan dolayıdır ki, onlar, bir sureyi bellemek için uzun bir müddet o sure üzerinde dururlardı. Enes radıyAllahu anh şöyle demiştir;
“Bizim zamanımızda birisi Bakara ve Al-i İmran surelerini okuduğu zaman gözümüzde büyürdü.” |Sulasiyatu Musnedi'l-İmam Ahmed (2/276)|
Abdullah İbn Ömer radıyAllahu anh, Bakara suresini öğrenmek için birkaç yılını, bir rivayete göre sekiz yılını vermiştir. Bunu İmam Malik rivayet etmektedir. |Muvatta (1/205) Kurtubi (1/39)|
Çünkü Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur;
“Sana bu mübarek Kitab'ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sad 29)
“Hâla Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?” (Nisa 82)
“Onlar bu sözü (Kur'an'ı) hiç düşünmediler mi?” (Müminun 68)
Bu ayetlerde sözedilen “tedebbür; iyi düşünmek”, Kur’anın manalarını anlamadan gerçekleşmez.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur;
“Akıl erdiresiniz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.” (Yusuf 2)
Bir söze akıl erdirmek için, onu anlamak gerekir. Malumdur ki, her söz mücerred lafızlarından öte, manasının anlaşılması için söylenir. Kuran ise anlaşılmaya daha layıktır.
Tıp, hesap gibi fen dallarıyla ilgili kitap okuyan bir topluluğun, okuduklarını anlamak istememeleri düşünülemez. O halde kurtuluşlarına, din ve dünya saadetlerine sebep olacak olan Allah Kelamı nasıl olur da anlaşılmak için okunmaz?” |Usulit Tefsir (sy: 8-9)|
İmam Şatıbî de el-Muvafakat’ta genel manadaki delillerle selefin anlayışına muhalif istidlalde bulunanlara ve delili, varid oluş sebebinden başka konulara hamledip onunla amele çağıranlara reddiyede bulunarak der ki;
“İlk nesillerin hiçbir şekilde amel etmedikleri deliller: Sonra gelenlerin (müteahhirûn) kendi kuruntularına bunları delil olarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar hiçbir şekilde delil olamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiîn nesillerinin değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunların onu anlaması gibi bir sonuç asla ortaya çıkmazdı. İlk nesillerin amel ettiği veya terk ettiği şey, delil sanılan şeyin gereğine nasıl ters düşer ve onunla nasıl çatışabilir?
Sonra gelen nesillerin bu türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmâına muhalefet olmaktadır. İcmâa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed ümmeti hata üzerinde görüş birliği etmez. Onların üzerinde bulundukları fiil ya da terk, sünnettir ve muteber bir durumdur, hidâyettir. İnsan ya hata eder ya da isabet eder. Selefe muhalefet eden kimseler hata üzerindedir. Bu kadarı delil olarak yeterlidir…
İşte bu noktadan hareketledir ki, Ehl-i Sünnet âlimleri Râfızîlerin “Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem kendinden sonra halife olmak üzere Hz. Ali'yi tayin etti” şeklindeki iddialarına kulak asmamışlardır. Çünkü bütün sahabenin bu iddia aksine hareket etmiş olmaları, onun batıl ve dikkate alınmayacağına açık bir delildir. Çünkü sahabe hata üzerinde görüşbirliği etmez. Çoğu zaman bid'at ve sapık mezhep sahiplerinin Kitab ve Sünnet ile iddialarını desteklemeye çalıştıklarını görürsün; bunlar keyfî yorumlar yaparlar, onların müteşâbihlerine sarılarak havayı bulandırmak ve böylece halka karşı kendilerinin hak üzere oldukları intibaını vermek isterler.” |Muvafakat (3/72)|
Yine aynı eserde der ki;
“Bundan dolayı, şer’i deliler üzerinde duran kimselerin, mutlaka o delillerden selefin ne anladıklarını gözönünde bulundurmaları bir mecburiyettir. Onların amel edegeldiklerine uygun düşen mana, doğru olmaya en layık olandır; ilim ve amel için en uygunudur.” |Muvafakat (3/77)|
Hafız İbn Abdilhadi der ki;
"Bir ayeti veya bir hadisi, Selef zamanında onların bilmediği ve ümmete açıklamadıkları halde te'vil etmek caiz değildir. Aksi halde "selefin bu gerçeği bilmedikleri ve bu konuda sapmış oldukları, sonraki asırlarda çıkmış olan bu iddia sahibinin ise hidayet üzere olduğu" gibi bir anlam çıkar." |Sarimul Menkî, sy: 318|
İbn Kayyım diyor ki; "Allah'ın Kitabındaki bir ayeti Selef ve imamların açıkladıklarına muhalif şekilde yorumlayan kişi iki halden biri içindedir; ya kendisi hata etmiştir ya da bunu kendisinin söylediklerine muhalif olarak açıklayan selef hata etmiştir. Akıl sahibi bir kimse, bu kimsenin hata yapmaya Seleften daha layık olduğunda şüphe etmez. Bu konuda "Onlar bu işin ehli ise, biz de onun ehliyiz" diyerek gururlanan kişi, küstahlık ederek kapıları kendi yüzüne kapamıştır. Doğru yola eriştirecek olan Allah'tır." |Savaikul Mürsele, (2/128)|
Derim ki, bu kaideyi anladıysan, bahsettiklerimiz içinde hangi fırkanın hidayet üzere olduğu ortaya çıkmış demektir.
İşte bu umumi delil, Selef r.a'un amelinde veya anlayışında varid olmayan bir şeyin (Farz namazlar ve teravih gibi cemaatle kılınan namazların diğer nafilele namazlara kıyaslanarak cemaatle kılınamayacağı gibi) cemaate delil getirilmesinde geçerli olmadığını gösteriyor. Öyleyse, umumun bir parçasında geçerli olan olan şey, bütün parçaları için geçerli olmayacaktır.
Selefin uygulamasında bunun bir başka örneğini görelim;
Ebu Davud, Sünen'inde Mücahid radıyAllahu anh'den rivayet ediyor; "İbni Ömer radıyAllahu anha ile beraber idim. Bir adam öğle veya ikindi vaktinde tesvib yaptı. Bunun üzerine İbni Ömer radıyAllahu anh; "Benimle gel de gidelim. Zira bu bidattir" dedi.
Tesvib; Onların mescidlerin kapılarında durup "Namaza! Namaza!" diye nida etmeleridir. |Tartuşi, el-Havadis vel Bid'a (sy: 149)|
Birisi gelip; "Namazı hatırlatmakta ne zarar var? Allah Teala; "Hatırlat, zira hatırlatmak müminlere fayda verir" (Zariyat 55) buyurmuştur." Derse, onun sözü kabul edilmez, bu anlayışı reddolunur. Çünkü Selef radıyAllahu anhum bu ayeti genele yorumlayarak anlamamıştır. Malumdur ki, İbn Ömer radıyAllahu anh Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'e uymada en dikkatli olan ve sünneti en iyi gözeten sahabelerden biridir.
Nafi anlatıyor; İbn Ömer radıyAllahu anha’nın yanında birisi hapşırdı ve “Elhamdulillah ves selamu ala Rasulih” dedi. Bunun üzerine İbni Ömer radıyAllahu anh; “Ben de "Elhamdulillah ves selamu ala Rasulillah diyorum ama, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bize öğrettiği böyle değildir. Biz deriz ki; “Elhamdulillahi ala kulli hal” |Tirmizi|
Burada İbn Ömer radıyAllahu anh, "Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ederler, ey iman edenler siz de ona salat ve selam verin"(Ahzab 56) ayeti umum ifade ettiği halde, bu adama karşı çıkıyor. Demek ki ayet umum ifade etmesi yanında, sahabenin ve onlardan sonra gelen salih selefin anlayışı önceliklidir.
Allah ona rahmet etsin, İmam el-Evzaî ne güzel demiş;
"Sünnet üzere olmaya sabrediniz! Sahabelerin durduğu yerde durunuz ve onların söylediklerini söyleyiniz. Onların açıklama yapmadığı şeyi açıklamaya çalışmayın. Salih selefin yolunu tut! Onlara geniş gelen şey sana da geniş gelir." |Beyhaki Medhal (233)|
Bunun üzerine diyoruz ki; Öncekilere muhalefet etmekten şiddetle sakın! Faziletli gibi görünse bile buna yanaşma! Onda bir fazilet olsaydı selef bunu yapmaya daha layıktır. Yardımcımız Allah'tır.
9- Bidat'a "bidat-ı hasene" demek, kötülük getirir.
Birincisi; bir bidatın güzel görülmesi, onlar tarafından; Allah'ın kulları için tamamladığı ve razı olduğu bu dinde müstehap görülmesi demektir. Böyle bir iddianın batıl oluşu ise ortadadır. Zira ne Allah kullarına bu bidatı emretmiş, ne de Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem emretmiştir. Raşid halifeler, diğer sahabeler ve onlara tabi olan Tabiin de bunu yapmamışlardır. İşte böylece, kim bir bidati dinde güzel bulursa, Allah'a, Kitabına ve Rasulüne bilmeden iftirada bulunmuş olur.
İkincisi; Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem ve ashabının bazı amelleri terk etmeleri de övülmüş, güzel ve bereketli sünnetlerdir. Zira Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ve ashabı ondan uzak durmuşlardır.
Üçüncüsü; bidatı hasene diye iddia ederek yerleştirmek isteyenler, ne Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in övülmüş, mübarek sünnetinde ne de Sahabelerinin fiilinde olmayan bir şeyle amel etmeyle, Sünnet ile amel etmenin kazandırdığı şeyin kazanılacağını iddia etmiş olurlar. Bunu ise, akıl ve din sahibi biri söylemez."
|Şeyh et-Tuveycirî, er-Reddul Kavî Ale'r-Rıfai, (sy: 16-17)|
Tağuti Sistem Okulları (2)
Hamd Alemlerin rabbi, hakimi, düzenleyicisi ve sahibi olan yüce Allah’a olsun. O’nu över, O’na şükreder ve O’ndan bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Salat ve selam efendimiz, önderimiz, sevgilimiz ve öğretmenimiz olan Muhammed Mustafa’ya, ehl-i beytine, ashab-ı kiramına ve kıyamete kadar izini takip edecek mü’minlere olsun.Allah’u Teala kime hidayet vermişse onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırmışsa ona hidayet edecek yoktur.
Değerli kardeşlerim Allah’u Teala’nın verdiği, sayamayacağımız nimetlerden bir tanesi de çocuk nimetidir ve bu çocuklarla bizleri imtihan etmektedir. Cenabı Hak bir ayetinde:
“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafat vardır.” (Enfal 28) buyurmaktadır.
Bu ayette Rabbimiz,bizim çocuklarımızla ve mallarımızla sınandığımızı, eğer Allah’ı bu sayılanlardan daha üstün tutarak mallarımızı ve çocuklarımızı Allah’ın razı olacağı yola yöneltirsek bizlere büyük mükafatın verileceğini, aksi halde en büyük kayıp ve en büyük pişmanlık sebebi olacaklarını haber vermektedir.
Allah’u Teala’nın yardımı ve ikramıyla sizlere, günümüz tağuti sistemlerinde okullara çocuğu göndermenin İslamdaki durumu, bu fiilin doğru olup olmadığı konusunda bilgi vermeye çalışacağım. Söyleyeceğim doğrular Allah’tandır, onun için hamdeder, yanlışlarım da nefsimden ve şeytandandır. Onlar için de Allah’u Teala’dan bağışlanma dilerim.
Konuya geçmeden önce “tağut” ve “laiklik” kelimelerinin ne anlama geldiklerini açıklayayım.
Tağut: Her sınırı aşan, şeytan, putlar anlamında kullanılır. Küfürde haddini aşan manasına da gelmektedir. Allah’tan başka ibadet edilen her şey tağuttur. Tağut, putlardan olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir. Şeytanlar, Allah’ın şeriatı dışında hüküm koyan devlet yetkilileri, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen hakim, sihirbazlar, kahinler tağut sınıflarını teşkil ederler.
Laiklik: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Başka bir tabirle Allah’u Teala’ nın sosyal, kültürel, eğitim, askeri ve ekonomik alanlarda hayattan uzaklaştırılıp karıştırılmamasıdır. Allah’a şirk koşulan Millet Meclisi’nde büyük harflerle yazılı olan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” laikliğin en önemli kuralını teşkil eder. Bu da en büyük küfür ve Allah’a karşı yapılan en terbiyesizce davranıştır. Çünkü Allah’u Teala: ” Hakimiyyet sadece Allah’ındır” (Yusuf 40) buyuruyor. Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:
Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur .“ (A’raf 54) Kainata, güneşe, yıldızlara, dünyaya ve her zerreye hükmeden Allah, insana da hükmetmez mi? Hem Allah’ın mülkünde yaşayacağız, onun nimetlerinden istifade edeceğiz sonra onu hayatımıza karıştırmayacağız…bundan daha büyük nankörlük ve daha büyük bir küstahlık olabilir mi? Allah’ım seni tenzih eder, senden bağışlanma dileriz.
Değerli mü’minler, sizler de çok iyi bilirsiniz ki bu dünyaya gönderiliş amacımız imtihandır. Cinler ve insanlar sınanmak üzere gönderilmiştir. Mallarla sınav, canlarla, çocuklarla, hanımlarla, aşiretlerle sınav, makam ve mevki ile sınav, şeytan ve yandaşları ile sınav, savaşçı ve barışçı kafirlerle sınav, tağutlarla ve ekibiyle sınav ve hayatın her bir devresi ve durumuyla sınanacağız. Allah’ı, peygamberini ve onun yolunda cihadı üstün tutanlar kurtuluşa erecek, dünyayı ve içindekileri tercih edenler hüsrana uğrayacaktır.
“De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Tevbe 24)
Bu ayette açık bir şekilde dünyevi değerlerin, akraba baskılarının ve iş istikbalinin, dünyanın aldatıcı fani güzelliklerinin Allah’a kulluğun, peygamber efendimize (s.a.v)’e tabi olmanın ve Allah yolunda cihad etmenin önüne geçiyorsa, Allah’ın azabını hak etmişiz, Allah katında fasıklardan olduğumuz anlamına gelir. Bunu istermisin ey mümin kardeşim? Allah’ın azabını beklemeyi ister misin? Ya da üç günlük geçici dünya hayatını ebedi cennetlerle değişmek ister misin?
Bilindiği üzere hak ile batıl savaşı, iman ile küfür savaşı Hz. Adem’in oğulları olan Habil ve Kabil döneminde başlamış, bu mücadele günümüze kadar gelmiş ve kıyamet kopana kadar devam edecektir. Batıl ehli her zaman hak ehlini sindirmeye ve yok etmeye çalışmıştır. Batıl ehli, hak ehlinin varlığına tahammül edememiştir. Kafirler, Müslüman’ları kendi dinlerinden soyutlamadıkları müddetçe davalarından vaz geçmeyeceklerdir.
Şu an biz Müslümanların mübtela olduğu belalardan biride Tağutun okullarında çocuklarımızın eğitim görmeleri, onların eğitim ve öğretimlerinde uzun bir müddet kalmalarıdır. Gündüz onların terbiyesinde saatlerini geçiren çocuklar geri kalan terbiyelerini akşam televizyon başında tamamlıyorlar. Çünkü yayın organları da onların eğitim planlarının en önemlisini teşkil eder. Neticede çocuğun terbiyesi ana babasına değil, laik tağutlara verilmiştir. Allah yardımcımız olsun.
Şüphe duyulmaz gerçeklerden biride şudur tağutlar karşılıksız olarak Müslümanların çocuklarını okutup onları faydalandırmazlar. Eğitim ve öğretim için yaptıkları büyük harcamaların karşılığını beklerler.
“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah'ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” (Enfal 36)
Tağutların eğitim ve öğretim müesseseleri bizlere dışar’dan şirin görünebilir, masumane okuma yazma öğreten, kültürlü ve aydın nesiller yetiştiren ve insanlara parlak gelecek sunan kurumlar olarak hayal ede biliriz belki. Dışı rahmet ama içi azap olan bu müesseselere, dünyaya tapan kişilerin gözlükleriyle değil de Cenabı Hakkın razı olduğu rabbani gözlüklerle bakarsak bu müesseselerin gerçek mahiyetlerini çok daha iyi anlarız.
Balın içine zehir katılarak öğrencilere bilgi sunan bu kurumlar, Müslümanları kendi kimliklerinden soyutlama kurumlarıdır. Bu kurumlarda ki hedef; yeryüzünde fesadı yaymak, insanları haktan uzaklaştırmak, onları İslam’dan soyutlamak, Yahudi ve Hıristiyanların yeryüzüne rahat bir şekilde hakim olmalarını sağlamaktır. Günümüz İslam coğrafyasında akıtılan Müslüman kanları, işgal edilen Müslüman toprakları ve kirletilen Müslüman ırzları bunun açık bir delilidir. Bu cinayetleri işleyen Amerika, İsrail, İngiltere ve yandaşları, kuklaları olan adları Ahmet, Ömer, Abdullah gibi isimleri İslami olan ancak kendilerinin İslam ile ne uzaktan nede yakından alakası olmayan tağutların okullarında yetişmiş Mürted yada müşrik kafirlerle yardımlaşarak ve onlardan destek alarak sağlamaktadırlar. Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.
Tarihten günümüze kadar bütün beşeri sistemler hakimiyetlerini sürdürebilmek için çocuklar üzerinde çokça durmuşlar, onları kendi ideolojileri için bekçi olarak yetiştirmeye çok uğraşmışlardır. Bilhassa İslam karşıtı otoriteler çocukların İslam’a göre yetişmelerine tahammül edememişler, onların imandan ve Kur’an’dan uzak yetişmelerini sağlamak için eğitimlerini hassaslaştırarak ciddi boyutlarda kanunlar çıkarmışlardır.
İlk öğretimi mecburi sekiz yıl yapmaları ve hedefte bu sayıyı yükseltme düşüncesi bunun kanıtıdır.. Bir çocuğun fıtrat üzere olduğu ve dünyayı yeni, yeni tanımaya çalıştığı en taze hafızanın var olduğu zamanda ve bilgiyle doldurma çağında kendi küfri müesseselerine alarak beynini istedikleri malumatlarla doldurmak istemeleri ve vatandaşları da buna mecburi kılmaları ve bunun için bütçeden büyük paraları ayırıp harcamaları onların planını su üstüne çıkarır. Ağaç yaşken eğilir yaklaşımı ile, çocukları bu tağuti müesseselerde eğip tağutu seven ve koruyan nesil yetiştirmek bunların en önemli hedeflerini teşkil eder. Buna karşı çıkan ve çocuklarını okula göndermeyenlere karşı hukuki işlemler yapmaları yahut Allah rızası için üç beş küçük çocuğu alıp evlerde dinlerini, kuranlarını öğretmeye çalışan Müslümanları cezalandırmaları böyle bir eylemi yasaklamaları, onların ne denli azgınlaştıklarını ve İslam’a ne kadar büyük bir düşmanlık beslediklerini gösteren en belirgin kanıtlardır.
Hz. Musa’nın döneminde yaşayan ve “Ben sizin en yüce rabbinizim” diyen Firavun’lar bile halklarına bu kadar baskılar yapmamış ve insan neslini bu kadar bozmamışlardır. O dönemdeki Firavun’lar, İsrail oğullarının doğan bebeklerini öldürüp ahiret alemine gönderirlerdi. Ama şu anki Firavun’lar, yeni doğan bebekleri bedenen öldürmüyor, onları dinsiz ve laik yetiştirerek ruhen öldürmeye ve ebedi cehennem üyesi yapmaya çalışmaktalar. Bu modern Firavun’lar, ilkel Firavun’lardan daha tehlikeli ve daha kötü değiller mi? Eski Firavun’lar ölünce küfürleri biterdi, ama asrın Firavun’larının bıraktıkları ilke ve inkılaplarını mirasçıları yaşayıp yaşatmaya çalışıyorlar. Yaşamak istemeyenleri de cezalandırıyorlar.
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin.” (Enfal 24)
Allah ve resulü bizleri diriltecek şeylere çağırırlar.
“Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” (Araf 179)
Tağutlar halklarının kalplerini öldürmeye, gözlerini ve kulaklarını sağır etmeye çalışırlar.“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (Bakara 257)
Allah’u teala aydınlığa ulaştırır, tağutlar ise karanlıklara boğarlar...
İçinde yaşadığımız coğrafyada Kemalist düzen İslam’a karşı olan eğitim sistemini kendi amentüsüne göre tanzim edip insana dayatma niteliğinde uygular olmuştur. Maksadı bellidir; tek tip insan yetiştirip çocukların beynine putperestliği sokmaktır. Zaten eğitim sürecindeki süreç iyice tahkik edilirse hep küfre götüren sözler ve küfre götüren amellerle dolu olduğu görülür. T.C. ‘nin eğitimle ilgili yaklaşımının hangi düzeyde olduğunu göstermesi açısından bazı anayasa maddeleri, kanun, yönetmelik… v.s aşağıdadır;
Milli Eğitim Temel Kanunu, Kanun No;1739,
Madde 2-a) Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesi bulunan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar yetiştirmek.
Madde 12- Türk milli eğitiminde laiklik esastır.
Madde 15- Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır.
Madde 43- İlkokulun Eğitim ve Öğretim İlkeleri
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Genel Amacı, İlköğretim ve Ortaöğretimde öğrenciye, Türk milli eğitim politikası doğrultusunda, Genel Amaçlarına, İlkelerine ve Atatürk’ün Laiklik ilkesine uygun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi ile, ilgili yeterli temel bilgi kazandırmak… Böylece Atatürkçülüğün, insan sevgisinin pekiştirilmesini sağlamak, faziletli insan yetiştirmektir.
DERS KİTAPLARI
Eğitimde kullanılan ders kitaplarının tümü amaçlarını gerçekleştirmek için düzenlenmiş bir araç olarak görülür. Bu sebeple de İslam’ın küfür ve şirk olarak baktığı bilgilerle doludur. Çünkü genel olarak kitapları hazırlayanlar İslamla pek alakası olmayan çoğu laik kemalist düşünceye sahip olan insanlardır, yahut batıdan aldıkları bir takım İslam’a aykırı bilgilerle doludur.
Tarih bilgilerinin çoğu yalanlarla doludur. İslam ile alakası olan devlet ve yönetimler kötü olarak gösterilmeye çalışılır. Yahudi ve Hıristiyan dünyası olan Avrupa ve batı ülkeleri her zaman övülerek, bu milletlerin laiklik ve demokrasi sebebiyle ilerledikleri, çağdaş ve medeni oldukları vurgulanıp yönetimde ve hayat anlayışında onlar taklit edilmeleri sevdirilmeye çalışılır. Dikkat edilirse Tağut okullarında okuyup üniversiteyi bitirenler eğer İslam ile tanışmamışlarsa bu öğrenciler Avrupa hayranı olmakta, peygamber efendimiz (s.a.v) dönemindeki, Asrı saadet İslam devleti, Emeviler, Abbasiler ve hatta ataları olan Osmanlı devletine bile soğuk bakarlar. Çünkü bu devletlerin İslam ile bağlantıları vardı. Ama kafasına kötü olarak işlenmiştir. Bu kişi Avrupa’ya gidecek olsa kendisinin Müslüman olduğunu söylemekten utanır. Çünkü okullarda ona İslam düşmanlığı enjekte edilmiştir. Genel olarak öğrenciler şeriat kelimesinden korkarlar. Çünkü şeriat onlara barbar milletlerin yaşayış türü gibi medeniyet ve ilimden yoksun olarak bir birlerini acımasızca ezen insanların hayat düzeni olarak öğretilmiştir. Şeriat denince akıllarına hocaların ve şeyhlerin devlet makamlarında hakim oldukları, istediklerinin kolunu kestikleri, istediklerini taşladıkları ve hep gerici bir hayat yaşamayı ideal gören devlet yapısı olarak tasavvur ederler. Aslen şeriat Allah’ın egemenliğine dayanan bir hayat nizamı olduğunu, bütün kulların tağutlaşmış insanlara değil sadece Allah’a kulluk yapmaları gereken ilahi bir hayat nizamı olduğunu bilmez, kafasına laiklik işlendiği için, din ayrı siyaset ayrı, İslam ayrı devlet ve hayat nizamı ayrı diye düşünür.
Yine bu derste Atatürk o kadar çok anılır’ki, onun anıldığının onda biri kadar
peygamber efendimiz (s.a.v) ve sahabesi anılmaz. İlk okulda öğretmen çocuğa şöyle bir soru sorsa: Oğlum, peygamberimiz kimdir?
Çocuk: Peygamberimiz Atatürk’tür, cevabını verecektir.
Zavallı çocuğun kafasına Atatürk sevgisi o kadar çok işlenmeye çalışılır ki, neredeyse (haşa) bizi yaratan odur diyecek hale gelir.
“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersine gelince, aslen ne din nede ahlak ile alakası olmayan bir çok bilgilerle doldurulmuş, Laikliğin ve Kemalizmin dine aykırı olmadığı bilakis din ve inanç hürriyetini koruduğunu anlatır. Her bir yurttaşın bu küfür üzere kurulmuş vatanını çok sevmesi ve canını laik ve demokrat olan bu vatan ve bayrak uğruna seve seve feda etmesi gerektiği anlatılır.
Tağuti rejime bağlı camilerde, karşımıza sinek kaydı tıraşı ve batının taklid semeresi olan kravatla çıkıp, vaaz ve hutbelerde Allah düşmanlarını övmesi, kurdukları laik devleti övmesine ve bekası için dua etmesine şaşırmamak gerekir. Çünkü neticede bu imamlar bu devletin din ve ahlak dersini okumuşlar, imam hatiplerde verilmiş din dersleriyle yetişmişlerdir.
OKULLARDA İŞLENEN BAZI KÜFÜR SÖZ VE BİLGİLER
•Atatürk sevgisinin çocuklara aşırı derecede enjekte edilmesi,
•İslam ve Müslüman düşmanlarının övülmesi,
•İslam’ın temel rüknü olan Hilafet makamının küçük gösterilmesi, Allah’ın hükümleri olan şeriatın kötü ve korkunç gösterilmesi,
•Atatürk’ün devrimlerine karşı çıkan İslam ulemasının ve Müslümanların bozguncu olarak tanıtılması,
•İslam’i olan kılık kıyafeti, sakalı, çarşafı gerici ve çağ dışı olarak tanıttırmaları,
•Kur’an’ın doğru dediği şeyleri yanlış, yanlış dediği şeyleri doğru göstermeleri,
•Darvin, Aristo,…vb. felsefesinin ölçü olarak alınması,
•İlk çağlara ait verilen bilgilerde kasıtlı yanlışlıklar yapılması, ilk insanların konuşma bilmemesi, yazının Sümerler zamanında bulunması, Arşimet suyun kaldırma kuvvetini bulduktan sonra gemi yapımının öğrenildiği,.. v.b. gibi.
•İslam düşmanı olan tağutların ve ideolojilerinin sevilip saygı ve bağlılık içerisinde bulunulması gerektiği, İslam yerine demokrasi ve laiklik dininin benimsetilmesi,
•Cahili ve küfür olan resmi bayramları 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim ve 10 Kasım gibi İslam’ın kaldırıldığı ve Yüce Allah’ın hayat sisteminden uzaklaştırdığı bayramları öğrencilere kutlattırılmazı,
●10 Kasım Mustafa kemalin ölüm yıl dönümünde, M. Kemali sevdiklerini ve onun izinden gittiklerini ısbatlamak amacıyla öğrencilere saygı duruşu yaptırmaları,
●Her hafta başı ve sonu, küfür üzerine kurulmuş olan bu devletin varlığını ve sevgisini pekiştirmek için istiklal marşının okutulması ve bu devleti sembol eden bayrağı göklere çekip ona saygı duymayı sağlamaları,
•Her sabah sınıflara girerken küfür içeren andı okutmaları; “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım, ilkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene.”!
İşte bu ve buna benzer, tamamı ile küfür içeren ve Müslüman’ı dininden çıkarıp mürted kılan bu fiilleri öğrencileri mecbur tutarak yaptırmaktadırlar ve yapmayanlara çeşitli disiplin cezaları vererek onları bu potada eritmeye çalışmaktadırlar.
Ayrıca okullar ahlaksızlık, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, içki ve sigara gibi kötü alışkanlıkların yayıldığı kurumlar haline gelmiş, bir çok ailenin çocuğu buralarda dinini ve benliğini kaybetmiştir. Birçok baba çocuklarının asiliğinden, saygısızlığından ve dine olan uzaklığından şikayet etmektedir. Sebebini uzaklarda aramasına gerek yoktur. Bu kişi çocuğunu tağutların okullarına göndermekle hem kendini hem de çocuğunu kendi eliyle ateşe atmıştır.
Şu anki ders programlarında cinsellik dersleri de verilmektedir. Aslen kız erkek karışık olan sınıflarda, öğretmenlerin de bayan ve erkek olmak üzere iki cinsiyeti oluşturmaları, bayan öğretmenlerin ve kız öğrencilerin çok açık giyinmeleri fesadın ne kadar korkunç bir seviyede olduğunu göstermez mi?
Öğrencileri bozmak için konmuş olan müzik dersi, okul dışında yapılan piknikler, öğrencilerin kız erkek bir araya gelerek düzenledikleri eğlence ve doğum günü kutlamaları, bazı sınıflarda kızları ve erkekleri yan yana oturtmaları, öğretmenlerin çoğunun din ahlakından yoksun olmaları, küçük yaştaki çocukları ne denli etkileyip bozmaya çalışan unsurlar olduğu görülmez mi.? Liselerde vuku bulan zina olayları, hamile kalan küçük kızlar, bakireliği giderilen, namusu kirletilen kız sayısı az rakamlarla ifade edilmemektedir. Kızlar sebebiyle kavga eden, birbirlerini yaralayan ve hatta birbirlerini öldüren ve intihar vakıalarını neredeyse her gün duyarız.
Aslen bu küfrün okullarında ömür kaybı yaşanmaktadır. Sekiz senelik eğitim süreci olan ilköğretim, çocuğun dini eğitim görmesini engellemekle beraber, iki senede alacağı bilgileri sekiz seneye yaymışlardır. Hedefleri, çocuğu kendi kontrollerinde tutarak, onu her zaman göz önünde bulundurmalarıdır.
Eski selefi salihin çocukları yedi veya sekiz yaşına varırlarken kuranı, on iki yaşlarına geldiklerinde hadislerden büyük bir bölümünü ezberliyorlardı. Bununla beraber okuma yazma, hesap ve dünyevi ilimleri de öğreniyorlardı. İmam Şafi (r.a) 19 yaşındayken bugün t.c nin en büyük müftüsünün bile anlayamayacağı meseleler de fetvalar vermeye başlamıştır. İbni Teymiye (r.a) oda 19 yaşında fetva makamına yükselmişti. 38 yaşında vefat eden İmam Nevevi (r.a) in eserlerini t.c nin en büyük müftüleri bile okuyup anlamaktan acizdirler. Aslen Avrupa ya ilmi ve medeniyeti götürenler Müslümanlardır, tarih okuyanlar bunu gayet iyi bilirler. Günümüzde niçin derin alimler yetişmiyor acaba? Sebebi, bu ümmetin çocukları tağutun okullarında harcanmalarından başkası mıdır acaba?
İlkokula bile giden çocuklara, büyüyünce ne olacaksın sorusu yöneltilse; Doktor olacağım, mühendis olacağım, öğretmen olacağım v.s cevaplar verirler. İslama uygun doktor, mühendis, öğretmen güzel şeyler. Ama malesef hiç biri, ben alim olacağım, demiyor. Çünkü çocuğun kafasına gelecek derdi, rızık korkusu yerleştirilmiş, sürekli dünya kaygısı sokulmuştur. Bu çocuğa okulda iman, Allah sevgisi, ahiret kaygısı verilmemiştir...
Müminlere ben sadece nasihat ederim, irşad ederim. Ey Allah’a iman etmiş, Allah’a kul olmayı isteyen kişi!
Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır; “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim 6)
Ey mümin insan! kendini ve aileni bile bile ateşe atma!, buna hakkın yok. Hem kendine hem de ailene zulmetme... Geçici üç günlük dünyayı, ebedi cennetlere tercih etme...
Müşrikler rızık endişesi yada namus korkusuyla kız çocuklarını elleriyle diri, diri toprağa gömerlerdi, sende daha kötüsünü yapıp bile bile çocuklarını ellerinle ateşe atma...
İbnil Kayyim (r.a) derki: Kim çocuğunu ihmal ederse, onu başıboş bırakırsa, ona en büyük kötülüğü yapmış olur. Bir çok çocuğun kötülüğü babalardan türemiş, ihmalkarlıklarından kaynaklanmıştır. Onlara dinlerinin gereklerini, farz ve sünnetlerini öğretmemişler, küçükken onları kaybetmişlerdir. Bu kişiler hem kendilerine fayda verememişler, hem de büyüdüklerinde babalarına fayda sunamamışlardır. Bazı babalar asi olan çocuklarını kınadıklarında, çocukları şöyle demiş: Babacığım sen bana küçüklüğümde kötülük ettin, bende sana büyüdüğümde kötülük ettim. Küçüklüğümde beni kaybettin, yaşlılığında da ben seni kaybettim!...
Resulullah efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır; “Her biriniz bir çobandır ve her biriniz sürüsünden sorumludur…” (Buhari)
Sen çoluk çocuğunun çobanısın. Çoban, hayvanlarını bile kurtlardan korumak için her türlü mücadelede bulunur, sen eşrefi mahlukat olan çocuklarını tağutun kurtlarına yem etme!
Ne yapayım? çocuklarım cahilmi yetişsin? deme. Hz. Resulullah (s.a.v) ve bir çok güzide arkadaşları okuma yazma bilmezlerdi ama dünyayı ilim ve irfan ile doldurdular.
Çocukların gelecek rızık korkusundan korkuyorsan sana Allah’u Teala’nın şu ayetini hatırlatırım:“...yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz(isra 151)
Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın” (Hud 6)
İşte bu anlatılan olumsuz şeyler sebebiyle Allah’tan korkan ve hakkiyle çocuğuna değer veren bir Müslüman çocuğunu tağutların okullarına gönderemez. Küfrü gerektiren sözleri söylemenin yada bu sözlerin şakasını yapmanın İslam’a göre hükmü küfürdür.
KÜFRÜ GEREKTİREN DAVRANIŞ VE SÖZLERİN ŞAKASI BİLE KÜFÜRDÜR:
Günümüz de bazıları insan kalbi ile Allah’ın varlığına inanıyor ise dili ile ne söylerse söylesin önemli değil o kişi Müslüman’dır derler. Bunun içinde el-fazı küfür kelimesi olan bazı sözleri hiç çekinmeden söylerler, yazarak yada imzalayarak kabul ederler. misal laik demokrat veya Atatürk’çü olduklarını söylerler bunu bazen yazara bazen yazılmış olan bir metni imzalayarak bazen de lisanı ile söyleyerek yaparlar. Halbuki bu davranış küfürdür insanı dinden çıkarır bu meseleyi, İslam’i deliller ışığında inceleyelim:
Allah (c.c) şöyle buyuruyor
“Andolsun ki Allah, Meryem oğlu Mesih'tir diyenler kafir oldular.” (El Maide 17)
Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor
“Andolsun ki Meryem oğlu Mesih hakikaten Allah'ın kendisidir diyenler kafir oldular .” (El Maide 72)
Bir başka ayettede şöyle buyurulur:
Söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler. Şüp-he yok ki o küfür sözünü söylediler, onlar Müslüman-lıklarından sonra küfre girdiler (tevbe 74)
Bu ayetlerde açıkça görüyoruz ki geçmişte bazı insanlar küfür sözünü söyledikleri için kafir olmuşlar Büreyde (ra)’dan Rasulullah (sav) “kim İslam’dan uzağım derse eğer bunu yalancıktan söylüyorsa o dediği gibi olur, eğer doğru olarak söylüyorsa İslam’a salim dönemez” buyurdu. (Nese’i yemin ve edeb bölümü hadis no 3752)
Günümüzde kemalizme şirin gözükmek için laik, demokrat ve atatürkço olduğunu söyleyenlerin laiklik demokrasi ve kamalizmi yücelten okullara çocuğunu yollayanların, bu hadisi şerife göre dini durumları nedir acaba?. Allah c.c şöyle buyuruyor:
“Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir. Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk de ki: Allah ile O’nun ayetleri ile ve Resulü ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz. İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkar kimseler oldukları için diğer bir gurubu azaplandıracağız. (Tevbe 65. 66)
Bu ayetler Tebuk gazvesi hakkında inmiştir. Taberi ve başkaları Katade de şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sav) Tebuk gazvesinde yolda giderken münafıklardan bir kesim de önünde yol alıyorlar ve şöyle diyorlardı: Şu Şam (Suriye) saraylarını fethedecek ve sarıoğullarının (Bizanslıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir bakın! Yüce Allah kalplerinde olanı ve aralarında konuştuklarını Peygamberine haber verince şöyle buyurdu: “şu önden gidenleri ben yanlarına gelinceye kadar alıkoyun.” daha sonra yanlarına varıp: ”siz şöyle şöyle dediniz” diye söyleyince yemin ederek: ”biz ancak şakalaşıyor ve eğleniyorduk“ dediler ve bununla söylediklerinde ciddi olmadıklarını anlatmak istediler. (Kurtubi C.8 S.310)
Yine Kurtubi bu ayetlerin tefsirinde şöyle der:
Kadı Ebu Bekir b, el Arabi der ki: Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. (Kurtubi C.8 S.310)
Bu nakilde görüyoruz ki küfür sözünü şaka ile de olsa söyleyenin kafir olduğunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam (Allah ondan razı olsun) ve onun mezhebine mensup alimler şöyle demişlerdir. Bir kimse, zorlama olmadığı halde, dili ile küfrü icap ettiren bir söz söyler ve kalbi de iman ile mutmain olursa yine kafirdir. Zira bize göre bir kimsenin kafir veya mü’min olduğu ancak sözü ile anlaşılır. (Ehli sünnet akaidi Ahmed Gümüşhanevi s.90) Bir kimse küfrü icap ettiren bir lafzı herhangi bir zorlama olmadığı halde bilerek kullanırsa, bütün alimlerce kafirdir. Bilmeyerek kullanırsa ekseriyete göre kafir, bazılarına göre değildir. Bir kimse el faz-ı küfrü kasten söylerse ittifak ile kafirdir. Bir kimse kendi isteği ile el faz-ı küfürden bir söz sarf eder de, bu sözün küfür olduğuna inanmadığını veya bilmediğini söylese, bütün, alimlerce kafirdir. (Ahmed Gümüşhanevi 89. 90)
ELFAZ-I KÜFRÜ SÖYLEYENİN HÜKMÜ
Küfrü gerektiren sözler ittifakla küfrü gerektiriyorsa, yapılan bütün ameller boşa gider. Tevbe eder Kelime-i şahadet getirerek Islâma dönerse haccını iade eder, nikâhını tazeler.
Küfrü gerektiren söz ihtilâflı ise; o söylediğinden dönerek ihtiyaten tevbe etmek ve nikâh tazelemekle emrolunur.
Küfrü gerektiren söz hata ile söylenmişse, küfrü gerektirmez. Onu hata ile söyleyen mü'mindir. Nikâh tazelemesi gerekmez; ancak istiğfar ederek o sözden dönmesi gerekir.
Buraya kadar nikâhın tazelenmesi konusunda söylediklerimiz, erkek küfür söz söylediği zamandır. Küfrü gerektiren sözü, zevce söylemişse; nikâhın bozulması konusunda ihtilâf vardır. Buhara alimlerinin çoğu, nikâhın bozulacağını ve erkeğin velev bir dinar karşılığında da olsa nikâhı yenilemeye mecbur edileceğini söylemişlerdir.
Bu sözleri şaka veya oyun yaparak söylerse; bütün alimlerce küfürdür. Hata ile veya zorlanarak söylerse; bütün alimlerce küfür değildir. Bilerek ve kasten söylemişse; bütün alimlerce küfürdür.
İsteyerek söyler; ama küfür olduğunu bilmezse, bu konuda ihtilâf vardır. Birinci görüş, mümkün olduğunca Müslüman'ın küfrüne hüküm olunmaz, sözü iyiye yorumlanır. İkinci görüş, eğer söylediği sözün küfür olduğuna inanmıyor veya küfür olduğunu bilmiyorsa ve bunu isteyerek söylemişse, bütün alimlerce küfre girer, bilmemek mazeret değildir. (Mecmau'l - Enhur,
KÜFRÜ GEREKTİREN SÖZLER
1- Kitap ve sünneti zahirlerinden vazgeçip batın ehlinin iddia ettiği batini manalara sapmak. Kur'an ve sünnetin manası gizlidir bunu ancak üstat bilir, demek gibi. (Nesefi Akaidi 211)
2- Şeriatla, dinle alay etmek, sövmek, küfürdür. Çünkü bu hal, onun inanmadığını gösterir. (a.g.e. /211)
3- Fıkıh, tefsir, hadis, akait gibi ilimlerle alay etmek, küfürdür.
4- İslâm alimlerine hakaret etmek, alay etmek, küfürdür. (Mecmau'l Enhur, 1/703)
5- Cebrail, Aliye gidecekken yanlışlıkla vahyi Muhammed (sav)'e götürdü demek, Rafızi’lerin dediği gibi.
6- Ashaptan veya diğer mü'minler den birine küfür isnat etmek. elde kesin bilgi ve belge olmadıkça mü'minler bu gibi sözlerden kaçınmalıdırlar.
7- Peygambere sövmek, (Bezzaziye)
8- "Kur'anın her dediğini yapacak olursak ekmek yiyemeyiz" demek. Bu söz, itikatsızlığın ve Allah'a güvensizliğin açık bir ifadesidir. Kur'an'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemektir.
9- Bir Müslümana kâfir demek. Bunu sövmek amacıyla söylüyorsa, büyük günah işlemiş olur. Yok eğer o kişinin kâfir olduğuna inanarak söylüyorsa, kendisi kâfir olur.
10- Hac, oruç gibi ibadetleri beğenmemek,
11- Namaz ibadetini çoğumsamak,
12- Harama besmele çekmek. İçki içerken, veya benzeri günahları işlerken besmele çekmek gibi.
13- Allah kelâmına (Kur'ana) mahluk demek, küfürdür.
KÜFRÜ GEREKTİREN DAVRANIŞLAR
1- Abdestsiz namaz kılmak,
2- Kıbleden başka bir yere yönelerek namaz kılmak, (Şerh-i Fıkhı Ekber, Aliyyü'l Kaari)
3- Gayr-i Müslimlerin bayramlarını kutlamak, o günde yaptıkları yemeği pişirmek, (Mec. Enhur, 1/706)
4- Küfrü gerektiren söze gülmek, Söyleyen kimse çok komikse veya güldürücü bir biçimde söylenmişse, küfür değil günahtır. O bakımdan tövbe edilmelidir. Dinde küfre rıza küfürdür, kaidesi vardır.
5- Gayr-i Müslimlerin dini alâmetleri sayılan şeyleri giymek, din adamlarının giysilerini, şapkalarını giymek, haç takmak, zünnar takmak gibi. (Bezzaziye 6/332)
ÇOCUĞU TAĞUTLARIN OKULLARINA GÖNDERMENİN HÜKMÜ
Hiç şüphe yokki bu anlatılan yapıdaki okullara çocukları göndermek caiz değil, küfürdür.
Buhari’nin Enes (r.a) tan rivayet ettiği sözde, Enes sahabelerden sonra en hayırlı nesil olan Tabilere şöyle dermiş: “Sizler bir takım şeyler işliyorsunuz ve o sizin gözünüzde kıldan daha incedir. Ama bizler Hz. Resulullah (s.a.v) döneminde onu helak edici günahlardan sayardık.”
Yukarıda okullarla ilgili anlatılan olumsuz şeyler az ve özdür. Okullardaki mevcut kötülükler çok daha fazladır.
Bu tip okulların haramlılığı konusunda şüphe yoktur. Peki bu anlatılan küfür amelleri işlendiği vakit hem giden çocuk hem de gönderen velisi kafir olur mu?
Yukarıda anlatılan küfür amellerine bulaşan, söz ve amelleri söyleyen veya yapan kişi küfre girer. Buna bulaşmadan da okula gidemez yani çocuk devamsızlık yapmadan düzenli olarak okula gidiyorsa, bu küfürlerden kurtulamaz, bazıları istiklal marşı ant ve cumhuriyet bayramları gibi törenlere, çocuğunu göndermezse, bu küfürden kurtardığını sanıyor. Sorulduğu zaman, benim çocuğum okula gidiyor, ama ben taviz vermiyorum diyor. O sanıyor ki okuldaki küfür sadece bazı törenler bilmiyor ki bu törenler okul küfrünün bir kısmı bunun dışında okul içerisinde o kadar dine aykırı küfür, şirk olan fiiller, dersler var ki bundan bir çocuğun kurtulması imkansızdır. Ancak okula kayıt yaptırıp, ama derslere girmez, yani okula gitmezse mümkün olur, yoksa bu mümkün değildir. Çocuk okul içerisinde işlenen küfürlerin birçoğunu anlayıp idrak bile edemez. Bu küfür mü değil mi bilemez bile. Diyelim bilip anladı bunu, kendisi yazmadı söylemedi, orada öğretmen bu küfür fiillerini işliyor ve küfür sözlerini söylüyor sınıfta diğer çocuklar da öğretmene eşlik ediyor buna, mudahale edip değiştiremez, Orayı da terk etmezse nisa 140. Ayetin hükmünce onlar gibi olur. Orayı terk edersede zaten okula gitmiyor demektir. Zaten okulda küfür işlendiğini bile, bile ben okula gideyim de küfür işlenirken çıkayım düşüncesi de yanlıştır eğer bunu önceden biliyorsa, bile, bile gidiyor bunu düzeltip onlara bu işi terk ettiremeyeceğini de biliyorsa, gidemez giderse yine bu ayetin hükmüne girer. Bunları reddedip o fiillerin yapıldığı mekanlara hiç gitmemesi gerekir.
Çünkü kişinin İslamı ancak tağutları reddederek ve şehadet kelimesini bozan unsurlardan uzak durarak sabit olur, aksi halde şehadet kelimesini bozan unsurları işleyen kişinin imanı kabul edilmez.
Bu küfür ameller işleniyorsa, hazır bulunupta inkar etmeyen yada o mekanı terketmeyen kişilerde aynı hükmü alır.
Allah’u Teala Nisa Suresi 140. ayetinde şöyle buyurur:
O, size Kitapta: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.”
Bu ayet gereği bir Müslüman Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, yahut alay edildiğini işitirse orayı terk etmesi gerekir yahut kafirlerin ve küfrün yüceltilip övüldüğü mekanlarda bulunmaması gerektiği, bulunursa aynı suçta bir olmaması için o mekanı terk etmesi gerektiği veyahut itiraz edip hakkı beyan etmesi gerektiği emrediliyor. Aksi halde o Müslüman’ın o küfre giren kişilerle beraber küfre gireceğini ayet haber veriyor.
İmam Kurtubi bu ayetle ilgili olarak şunu söyler: “Bu ayet gereği günah işleyen kişilerden günah işleme esnasında uzak durulması gerekiyor. Çünkü onlardan uzak durmayan kişi günahlarına rıza gösteriyor anlamına gelir. Küfre rıza göstermek küfürdür. Allah’u Teala “sizde onlar gibi olursunuz” buyuruyor. Kim masiyet meclisinde oturursa ve yapılanı inkar etmezse, günahta ortak olur. Masiyeti işlerken yahut konuşurken karşı çıkıp inkar etmesi lazım. Eğer inkar edemiyorsa bu ayetin muhatabı olmaması için o meclisten kalkıp terk etmesi gerekir. Rivayetlere göre Halife Ömer Bin Abdülaziz (r.a) döneminde içki içen bir gurup yakalanır. Onlardan birisi için, bu oruç tutmuş denince; “onuda cezalandırın çünkü Allah’u Teala (sizde onlar gibi olursunuz) buyuruyor” der. Masiyete rıza göstermek masiyettir, bu sebeple yapan ve rıza gösteren aynı cezaya çarptırılır, taki beraberce helak olsunlar.”
Ebu Dâvud Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki: "îsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle başlamıştı. On¬lardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde ona: Ey filan, Allah'tan kork ve yapmakta olduğun şu işi terket. Çünkü bu işi yapmak senin için he¬lal değildir der, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onun¬la birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı." Daha sonra Hz, Peygamber: "İs-railoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğul İsa'nın diliyle la¬netlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı İdi." (el-Maide, 5/78) buyruğundan itibaren: "Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" (el-Maide, 5/81) âyetine kadar olan bölümleri okuduktan son¬ra şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim kî hayır (böyle olmaz), ya iyiliği em¬reder, kötülükten alıkoyar, zalimin elini tutarak onun hakkın dışına çıkma¬sına fırsat vermez, yalnızca hak işlemeye mecbur edersiniz, yahut da Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar ve onları lanetlediği gibi sizi de lanet¬ler." Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiştir. (Kurtubi)
Okula giden ve bu sayılan küfür amellerine bulaşan çocuğun hükmü:
Çocuk erginlik çağına ulaşmışsa, bu amellere bulaştığı zaman kafir olur.
Eğer çocuk erginlik çağına ulaşmamışsa: çocuğun durumu ihtilaflı ama okuldaki bu İslam dışı söz ve fiilleri bilerek gönderen baba kesinlikle kafirdir.
● İmam Ebu Yusuf, İmam Şafi ve Ebu Hanife’nin bir sözüne göre ve İmam Ahmed Bin Hanbel’in bir görüşüne göre çocuk mürted olduğu zaman itibara alınmaz çünkü erginlik çağına ulaşmamıştır, dolayısıyla o mükellef değildir.
●Ebu Hanife’nin diğer sözüne göre, Hanefi alimlerinden İmam Muhammed, Hanbeli mezhebinin meşhur görüşü ve Maliki mezhebine göre çocuk mürted olur.
Ancak bu çocuk küçük yaşta öldürülmez, erginlik çağına ulaşınca tevbe etmezse öldürülür. İmam Şafi’ye göre erginlikten sonrada öldürülmez iman etmesi emredilir.
Okula gönderen velinin hükmü:
Allah (Subhanehu ve Tealâ) kitabında söyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (66, Tahrim/6)
Hadiste de şöyle buyrulmaktadır: her bir insan çobandır ve her bir çoban güttüğünden sorumludur. Veli, çocuğundan sorumludur ve çocuğuna karşı görevlerinden hesaba çekilecektir. Nasıl ki bir veli çocuğunu ibadete yönlendirdiği zaman çocuğun yapacağı sevaplarda velisi de sevap kazanıyorsa, çocuğunu haram şeylere yönlendiren velisi harama girmiş ve günahta ortak olmuş sayılır. Bunun gibi çocuğunun kesin küfre ve harama düşeceğini bildiği halde, küfür içeren şeylerden uzaklaşamayacağını bildiği halde okula göndermesi veliyi küfre sokar. Çünkü “küfre rıza küfürdür” kuralınca velisi küfre rıza göstermiştir. Şu iddiayı yapanların İslami hiçbir dayanağı yoktur. Çocuklar sokakta oyun oynarken de küfrü gerektiren söz ve fiili yapabiliyorlar babanın bu durumda bir sorumluluğu yoktur. Zaten çocuk küçüktür mükellef değildir Allah c.c mükellef olmayan çocuğu hesaba çekecek değildir. Babaya gelince hiç kimse bir başkasının suçundan dolayı hesaba çekilmez başkasının suçundan dolayı azab görmez. Bu kural gereği okula giden çocuğun yaptığından da baba sorumlu değildir denilirse. Bu iddia sahiplerine cevabımız şudur:
Şeriat zahire hükmeder hükümlerde maksadlara göredir sokakta oyun oynamaya giden çocuk zahiren oyun için gidiyor küfür işlemek için değil. Eğer sokağa çıkan çocuğun yüzde yüz küfür işleyeceği biliniyorsa bu çocuğun sokağa çıkmasına müsade eden ve rıza gösteren herkes kafirdir. Ama sokaklarda bilinen çocukların oyun oynadığıdır, onu oyuna yollayan anne ve babanın maksadı da çocuğunun kafirlik yapması değil, oyun oynamasıdır. Bununla girişinden çıkışına kadar, hep küfür işlenen okullar bir midir? Okula çocuğunu gönderen baba okulda nelerin olduğunu bilmiyor mu? Bunu bile, bile nasıl olurda okula yollar çocuğunu? Eğer yolluyorsa küfre rızasından başka ne sebeb var ki? Bu yaptığı iş, kafirlikten başka bir şey değildir bilinsin. Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için risalenin sonuna okul kitaplarındaki sakıncalı dersleri ekledim.
Bir ayette Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:
Za'fa uğratılanlar büyüklük taslayanlara: "Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını saklarlar; biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Sebe 33)
Çocuğunu okula gönderen ve onu mecbur eden kişi kıyamet gününde bu ayetin muhatabı olur. Çünkü çocuğunun küfre gireceğini, okulda inancının ve ahlakının bozulacağını ve günah işlettirileceğini bildiği halde onu yinede gitmeye mecbur ediyor.
Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için. Bak, ne kötü yük yükleniyorlar.
Çocuğun velisi, çocuğunu zorladığı günahları yüklenir.
Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Sizden biri bir münker görürse onu eli ile değiştirsin. Eğer gücü yetmezse dili ile değiştirsin. Eğer gücü yetmezse kalbi ile buğzetsin. Buda imanın en düşük halidir.” (Müslim)
Özellikle kız çocuklarını okula gönderenlere deriz ki: Senin kızın tağutların belirlediği kıyafeti giymek, saçlarını açmak ve eteğini diz boyunda hatta daha da kısaltmak zorundadır. Her gün bir sürü erkekle aynı sınıfta ve hatta belki yan yana oturacaktır. Sen bu halinle acaba Peygamber efendimiz (s.a.v)’in buyurduğu hadise maruz kalmazmısın:
“Kıyamet gününde üç kişi vardır ki cennete girmezler ve Allah’u teala üç kişiye bakmaz. Ana babasına asi olanlar, deyyus olanlar ve kendini erkeğe benzeten kadınlar.” (Müsned Ebu Ya’la)
Yine Müslim’in rivayet ettiği hadiste peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Benden önce Allah'ın hiç bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o Peygamberin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mü'mindir, Amma bunun ötesinde imandan bir hardal danesi de yoktur.”
BU OKULLARDA ÇOCUKLARINI OKUTANLARIN HÜKMÜ:
bazı alimler şöyle demiştir;
Mustafa Sabri Efendi (1869-1954):
Bir baba namazını kılar, orucunu tutar, Müslümanlık hakkında olumsuz birşey işitmeye tahammül edemez, dini yolunda canını esirgemez. Fakat hamur gibi yumuşak ve değişime kabil çocuğunu Avrupaya eğitime gönderip, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmasına önem vermez. Bu durum aklın alamayacağı bir zıtlıktır, evladını küfür ve inkar yollarına sevk eden bu babanın namazının ve diğer ibadetlerinin kendisine katiyyen faydası olmaz. (Hilyet-i Muazzama s. 376)
Subhan Allah! Merhum Avrupa’ya küfür diyarına belirsizliğe çocuklarını gönderen babalar çocuklarının düşebileceği küfürlerden sorumludur derken ya bugünkü durum? T.C sisteminin okullarında her türlü küfürler şirkler işlenirken, küfür övülürken (haramlardan ahlaksızlıklardan bahsetmiyorum bile) ve bunlar gözler önünde olurken ebeveyinler nasıl oluyor da çocuklarını bu okullara gönderebiliyor?
Bir de Hafız Ali Reşad Hoca'nın (1899-1980) Mustafa Sabri Efendi'nin okulla ilgili umumi fetvasına göre daha hususi fetvasına bakalım:
Kemal'in bir tek ilkesine uyan ve bunları öğreten o öğretmenlere giden, ilmi kimden öğrenirsen öğren! diye onlardan olan öğretmenlerde okuyan ve okutan, her halde onları seven ve sayan “O takdirde sizde onlar gibisiniz” kaydına girdiğinden, namaz kılmasın, oruç tutmasın hiç yorulmasın çünkü yemeği ve kestiği yenmez ibadet ve şehadeti ve hiçbir hayrı kabul olmaz. Eşhedü billâh kâfir ve mürteddir (Muhazafazakar Gazetesi, 1966)
Şimdi aktaracağım sözler arap alemindeki devlet okulları için söylenmiş sözlerdir. Hiç şüphesiz Arap ülkelerindeki okullarla, Türkiye’deki okullar karşılaştırıldığında, Türkiye’deki okulların küfürde ve haramlarda çok daha fazla ileri gittikleri müşahade edilecektir.
●Tağutların okullarına gidip küfür ameli işleyen, ergenlik çağına ulaşmamış çocukları tekfir etmeyiz. Ancak erginlik çağına ulaşmışsa ve küfür amellerini işlerse tekfir ederiz. Kesin küfür ameli işlettirileceğini bildiği halde çocuğunu okula gönderen velilerde zahiren küfre girerler. (Ebu Meryem Abdurrahman bin Tela’a Elmihlif)
●Küfrün yaptırıldığı günümüzün tağuti okullarına çocuğunu gönderen veli küfre girer. (Şeyh Mahmut Abdulaziz Yusuf)
●Tağutların okullarına buğzeder ve sakınmaya davet ederiz. Okula, öğrenmek yada öğretmek amacıyla girenleri hemen tekfir etmeyiz. Ancak bu kişiler küfrü işler yada ortak olur yada caiz görür yada ona davet ederse o zaman tekfir ederiz. (Ebu Muhammed El makdisi)
●Bu okullar islam ve müslümanlar için en tehlikeli ve en zararlı kurumlardır. Gençlerden dinlerini ve inançlarını almak, ahlaklarını yok etmek, onları kafir ve dinsiz yapmak için kullanılan en önemli araçlardan sayılırlar. (Ahmed Bin Muhammed Sıddık Gimari Elhaseni)
Muhammed Kutub, Vakîuna el-Muasır kitabı sayfa 503'te, günümüz okullarının durumu ve amaçları hakkında şöyle demektedir:
Şüphesiz bu okullar cahiliyye devrinin boyasıyla boyanmışlardır. İslam düşmanları bu okulları açarken bizleri dinden çıkarmak için açmışlardır. Müslümanları tamamen dinden çıkarmayı başaramamış olsalar da içinde anlatılan vatancılık, kavmiyetçilik, laiklik, sosyalizm gibi kavramların özendirilmesi günah olarak yeterlidir. Bu okulların hedefi insanları Allah’a kulluk etmekten uzaklaştırmaktır. (Vakîuna el-Muasır , 503)
●Ders programları islama uygun değildir. Bozukluk üstüne kurulan herşey bozuk olur. Buna binaen islama ters düşen yanlışlarda, sonuç itibariyle var olacaktır. Atasözünde dediği gibi: “Kötü rüyalar görmek istemeyen, mezarların yanı başında yatmasın.” İslama tutunmak isteyen, islama muhalif hiçbir eğitim müessesesine girmesin! (Muhammet Nasır)
Bazı Şüphelerin Aydınlatılması: Biri, “Bazı kişiler çocuklarını küfür içeren hallerden koruyorlar, küfür işlememeleri konusunda sıkı, sıkı uyarıyorlar ve bizim çocuklarımız bu sayılan şeylere bulaşmıyorlar o halde küfre niçin girsinler ki?” derse, bizde deriz ki;
Bunu nasıl yapıyorsunuz bu kadar elfazı küfür ve efali küfür varken okulda. Bakın Müslüman ın nasıl okuması gerektiğini, okumaya başlarken ne ile başlaması gerektiğini, Allah c.c bize şöyle haber verip öğretiyor:
Yaratan Rabbinin ismiyle oku! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. Ki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.(el alak 1.2.3.4.5.)
Bakın Allahın nizamında dininde okumaya Allahın ismi ile başlanır kemalizmin okulunda ise andımız dedikleri sözlerle başlanıyor. Allah c.c Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. Derke bunlar Mustafa kemalin büyük keremlerinin ikramlarının varlığını anlatıyorlar çocuklara. Bu ülkeyi ikram ve keremi ile bize, M. Kemal bağışladı diyerek küçük çocuklara Allahın değil de birilerinin büyüklüğü kerem ve ikramı anlatılıyor. Allah c.c ki O, kalemle öğretendir diye buyuruyor bu okullarda ilk öğretmen Atatürk deniliyor bu öğretiliyor. Allah c.c İnsana bilmediğini öğretti derken okullarda bu halka bilmediklerini öğreten bu halkı eğitip medenileştirenin M. Kemal olduğu öğretiliyor. Bu Kemalistler in eğitimi de, öğrettikleri de dinden uzaklaşmak açık saçıklık dan başka bir şey değildir.
Gerçekten bir çocuk seneler boyu, her gün sabah okunan andımızı okumaz, küfrün bayramlarına iştirak etmez, Atatürk’ün övüldüğü meclislerde oturmaz. Veyahut itiraz eder ve bu gibi küfür sözlerin konuşulmasına anlatılmasına musade etmez, engel olur, öğretmenlerden öğrencilerden sadır olan her türlü küfür ve şirk konuşmalarına itiraz eder o inancın batıl olduğunu onlara kabul ettirin ve konuyu kapattırır. Veya kalkıp o meclisi terk edebilir mi? Hem küfrü inkar etmesi için, küfür içeren davranış ve konuşmaları diğerlerinden ayırt edebilmesi için ilim üzere olmalıdır. Böyle bir halde olan bir öğrenci görülmüşmüdür? Yada ona bu kadar özgürlük verecek bir okul var mıdır? Madem bu çocuk bu kadar bilgili ve ilim ehli ise o tağut okulundan okumasına ne ihtiyacı varki.?
İkinci bir itiraz şöyledir: Çocuklarımız okumasın mı? Cahil mi kalsınlar? Doktor, avukat, mühendis yetişmesin mi?
Deriz ki Hz. Resulullah (s.a.v) ve sahabesi, Ebucehil gibi tağutların okullarında okumamışlardı, hatta bir çoğu okuma yazma bilmezlerdi, peki onlar cahilmiydi? Haşa kim bunu söyleye bilirki, onlar cihanı ilim ve irfan ile doldurdular. Filozofların yapamadıkları faydanın yüzlerce katını beşeriyete sundular. Hem okumasınlar demiyoruz ki, ilim öğretmek için bir araya gelelim, evlerde v.s imkanlara göre çocuklarımıza okuma yazma öğretelim, din bilgisi verelim ve Müslüman hocalar bulup onlara ders verdirelim. Gerekirse okutacak mekanlar bulunca hicret edelim. Mallarımızı bu konuda Allah için feda edelim. Kıyamet gününde, sen çocuğunu tahsilli yaptın mı? diye sorulmayacak. Sen çocuklarını ve kendini yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korudun mu? Dinini, öğrenip yaşadın mı? Allah’a kulluk ettin mi? diye sorulacak.
Üçüncü itiraz: Devlet, okutmamızı mecburi kılmıştır ve okutmayanlar hakkında yasal işlemler yapılmaktadır. Cevaben deriz ki: Bu küfre girmemiz için bir ruhsat değildir. Bu sorunu aşabiliriz. Bu sorunu aşmak için mücadele vermeli gerekirse yurdumuzu, bu uğurda terk ederek hicret etmeliyiz. Aksi halde Mekke’de kalıp hicret etmeyen Müslüman’lar hakkında inen ayet hakkımızda da tatbik edilir:
Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin canların alacakları zaman derler ki: "Nerde idiniz?" Onlar: "Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz'aflar) idik." derler. (Melekler de:) "Hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?" derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? (Nisa 97)
Bizler cenneti ucuz zannetmeyelim. Hayır, cennet sanılan gibi ucuz değildir. Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “İyi bilin ki Allah’ın eşyası pahalıdır. İyi bilin ki Allah’ın eşyası da cennettir” (Tirmizi)
Bizler cennet için mücadele vermezsek, malımızı canımızı bu uğurda feda etmezsek neyin karşılığında cennete girebiliriz ki? İmanları sebebiyle ateşe atılan Ashabı Uhdud’u hatırlayalım, imanları sebebiyle yurtlarını bırakıp mağaraya sığınan eshabı Kehfi hatırlayalım, İmanları ve dinleri sebebiyle önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret eden sahabeyi kiramı hatırlayalım! Bunlar birer teselli hikayesi mi!? Allah’u Teala şöyle buyurmuyor mu:
“Sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.” (Bakara 214)
Andolsun ki sizi biraz korku, açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edece-ğiz… Sabredenleri müjdele!.. (Bakara155)
Onlar ki, kendilerine bir musibet erişiği zaman “Muhakkak biz Allah’a aitiz ve muhakkak ancak O’na dönücüleriz!..” derler. (Bakara156)
Şayet Peygamber efendimiz (s.a.v) döneminde, Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in okulları olsaydı ve Müslümanları okullara girmeye mecburi kılsalardı, sizce Hz. Resulullah (s.a.v) kızı Fatıma’yı, Ebubekir (r.a) kızı Aişe’yi ve oğlu Abdurrahman’ı, Hz.Ömer oğlu Abdullah’ı, Hz.Ali cennet gençlerinin efendileri olan Hasan ve Hüseyin’i, Sahabeyi Kiram evlatlarını, cahiliye tağut devletinin belirlediği kıyafetleri giydirip, saçlarını ve avret yerlerini açtırıp Ebucehil’in okuluna gönderirlermiydi?. Her sabah çocuklarının: Arabım, doğruyum, çalışkanım, .... ey bugünümüzü sağlayan yüce Ebucehil açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime.... gibi sözleri söylettirmelerine izin verirlermiydi.? Yada çocuklarını gönderen sahabeye Hz.Resulullah (s.a.v)’in tepkisi nasıl olurdu? (Hz. Resulullah’ı (s.a.v), ve güzel sahabesini tenzih ederim) Bu sorunun cevabını sizlere bırakıyorum.
Resulullah efendimiz (s.a.v) ve sahabeyi kiram dinlerinden zerre kadar taviz vermediler ve bunun sebebiyle türlü, türlü belalara, sıkıntılara ve işkencelere maruz kaldılar. Müşrikler, peygamberimizi ve ashabını kendilerine meylettirmek için, her türlü yola müracaat ettiler ama hepde hüsran ile geri döndüler.
Ruhul Meani tefsirinde İsra suresi 74, 75’. Ayetlerinin iniş sebebi olarak şu rivayet gelmiştir: İbni Ebi Ishak, İbni Mardeveyh ve başkaları Hz. Ömer’den rivayet ederler: “Ümeyye bin Halef, Ebu Cehil ve Kureyşten iki adam Hz. Resulullah (s.a.v)’e geldiler. Dediler ki: Gel putlarımıza elini sür. Bizlerde senin dinine gireriz. Kavminin islamdan uzak oluşları Hz. Resulullah (s.a.v)’e ağır geliyor ve onların müslüman olmalarını çok istiyordu. Onların bu sözlerine karşı Hz. Resulullah’ın kalbi yumuşadı. Bunun üzerine Allah’u Teala bu ayeti indirdi.”
Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.
Bu durumda, biz sana, hayatında kat kat, ölümün de kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın. (İsra 74/75)
Bazı tefsirlerde bu ayetin iniş sebebi hakkında şöyle geçer: Bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."
Bu tekliflerden biri de: "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir...
Yine Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir.
Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz. (Hud 112/113)
Allah’u ekber! Kainatın efendisi, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, Allah’ın habibini, en hayırlı ümmet ve en hayırlı nesil’i Allah’u teala nasılda uyarıyor. Zalimlere bir tek meyil göstermek bile azabı vacip kılıyorsa, peki onlarla beraber olmak, onların fesadlarına iştirak etmek, azabı hayli hayli gerekli kılmazmı?!
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu emrin dehşetini ve etkisini ta derinden hissetmişti. Hatta O'nun, bu emre işaret ederek şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hud suresi saçımı ağarttı."
bugün okullarda nelerin yapıldığı biliniyor, buralara çocuğunu yollayanların taviz vermemesi imkansız olduğu bilindiği gibi, bu iddia sahiplerinin doğru sözlü olmadığı da biliniyor. Biz biliyoruz ki, bu Kemalist devlet kurulup okullarını açtıkları ilk dönemlerde, bu ümmetin alimleri, bu okulların küfür, çocuğunu okula yollayanlarında kafir olduğuna hüküm verdiler. Hatta bu o kadar aşikardı ki alim olsun, veya olmasın, her fert, bu okullar gavur okulu, buna çocuğunu yollayanda gavurdur diyorlardı. Bu okulların hükmü alimler tarafında tahkik edilip, araştırılıp, küfür olduğuna fetva verildikten sonra, bu okulların kemalizmin din okulu olduğu ortaya çıkmıştı.
Bu okullara çocuğunu yollayanda dinden çıkmış hükmünü almış, bu şekilde fetva verilmiştir. Buralara taviz vermede çocuğunu yolladığını söyleyenler, kendileri nasıl taviz vermediklerini ısbad etmek zorundadırlar.
Buralar hüküm olarak küfür işlenen yerlerdir. Bu küfürlerden de kurtulmak mümkün görülmüyor, o halde iddia ısbad ister nasıl oluyor da bu işin uzmanı alimlerin, tahkik edip araştırarak, küfür fetvası verdiği okullarda, sen küfürde kurtulduğunu iddia ediyorsun. Allah rızası için, söyleyin bana, İslam tarihinde, Yahudi ve hırıstiyanların, din okuluna, yada diğer batıl dinlerin, din okuluna, çocuğunu gönderen var mıdır. Yada bu okullara çocuğunu yollayıp ta, ben Müslüman’ım ben bu okullarda taviz vermiyorum diyen yada böyle taviz vermediğini söyleyenlere inanan, bu sebeple de, bu batıl din mensuplarının din okuluna, çocuğunu yolladığı halde taviz vermediğini iddia edenleri, Müslüman kabul edip, tekfir etmeyen, bir tane Müslüman varmıdır. Bu gibi iddialar İslam alemi batı karşısında yenilip İslam aleminin yönetimi batılıların eline geçtikten sonra çıktı. Batılılarda kendilerine boyun eğip hizmet edenleri işbaşına getirdiler bu işbirlikçiler de halka zulüm üzerine zulüm, eziyet üzerine eziyet, etmeye başladılar. Bu zulüm ve eziyetten korkup onlara buyun eğen bazıları tarafında ortaya atıldı. Batılıları ve onların hayranlarını gadablandırmamak için sözde alimler, onlara yaranma düşüncesi ile bu gibi iddiaları ortaya attılar bunları alim sanan bazıları da ilim yetersizliğinden dolayı, bu alim sanılanların sözlerine aldandılar. Belki de bir çoğu samimidir, iyi niyetlidir, ama onları alim sandıkları için, bu sözlere kulak verdiler. Bilinsin’ki, hırıstiyanlık Yahudilik Mecusilik nasıl birer batıl dinse kominizim demokrasi v.s. beşeri sistemlerde öyle batıl birer dindir Yahudilik ve hırıstiyanlık okuluna çocuğunu yollayanın İslam dini açısında hükmü ne ise, bu sistemlerin okullarına çocuğunu yollayanların durumu da odur.
İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre zahiri itibariyle hayırlı gö¬rülen bir kimse hakkında kötü zanda bulunmak, caiz değildir. Ancak zahi¬ri itibariyle kötü olan bir kimse hakkında kötü zanda bulunmakta bir vebal yoktur. ( Kurtubi)
Şu taviz vermeme meselesine gelince, bu konunun aslı yusuf a.s ın, kafir sistemde görev yapmasına dayanıyor, yani bunu delil alıyorlar. Halbu ki Yusuf aleyhi selam kesinlikle hiçbir işinde kafirlerin iznini almıyordu, o neyi nasıl yapacaksa öyle yapıyordu. Dilediği gibi davranıyor mısırda istediği işi yapıyor sakıncalı gördüğü hiçbir şeyi de yapmıyordu. Yani o mısırda dilediği gibi hareket ediyor kimseden izin almıyordu. Allah c.c şöyle buyuruyor:
Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.(Yusuf 56)
Dikkat edelim Yusuf a.s mısırda hiç kimseye itaat etmedi Allahın dinini yaşamak için, yada anlatmak öğrenmek ve öğretmek için, kimseden izin almadı kimseye danışmadı.
Bugün durum böylemidir bu okullarda okuyan çocuklar kimseye danışmadan izin almadan dilediği gibimi davranıyor. Bu taviz vermediğini söyleyenler bilsin ki bu konuya delil olarak aldıkları Yusuf un a.s durumuyla şartları ile kendilerinin durumu ve şartları hiç uyum sağlamamaktadır. Yusuf a.s peygamberdi hata işlemiyordu hata işlemekten korunuyordu. Yusuf a.s ilim ehli idi, hakkı batılı çok iyi biliyordu, neyin hata neyin küfür neyin iman olduğunu çok iyi biliyordu. Ama bugün okullara giden çocuklar öylemi? hatta onları okula yollayan babaları öylemi? Allahtan korkalım iman nedir İslam nedir bilmeyen, neyin iman neyin küfür olduğunu anlamayan, tevhidi, şirki ayırt edemeyen, çocukları okula gönderip de, ben taviz vermiyorum iddiasında bulunmayalım. Yani bu iddia sahibi şunu demiş oluyor, benim çocuğum okulda Yusuf gibi davranıyor. Benim çocuğum İslam’ı çok iyi biliyor aynı Yusuf a.s gibi ilim ehli olduğundan neyin tevhid, neyin şirk olduğunu çok iyi biliyor ve ayırt ediyor bu bilgisinden dolayı hiç taviz vermiyor, yani benim çocuk okulda dilediği gibi davranıyor tıpkı Yusuf gibi!!!. Gerçekten bu sözler doğru ise ne diyelim?!!!
Son olarak okullardan okutulan ders kitaplarındaki din açısından sakıncalı konuları buraya koyalım. Bunu görün, dikkatle okuyun, bu kadar sıkıntılı konuların hiç birini çocuklar ders yapmadan, bu dersler işlenirken bu meclisten oturmadan okula gidebilir mi? Yada bu dersler işleneceği sırada buna engel olup bu dersleri iptal edebilir mi buna siz karar verin;
İLKÖĞRETİM OKUMAYA BAŞLIYORUM DERS KİTABI (Sınıf 1)
Rasim Bakırcı oğlu - Güner Yalçın
"Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu'nun 22.05.2000 tarih ve 264 sayılı kararı ile ilköğretim okullarının birinci sınıfları için ders kitabı olarak kabul edilmiştir."
(Özgün Matbaacılık Ankara 2003)
Sayfa 10 - "Atatürk'ü tanıyalım köşesi" ve Atatürk resmi
Sayfa 36 - 37 - "Bayrak aç" fiş cümlesi ve Türk bayrağı resmi
Sayfa 40 - 41 - "Cumhuriyet çok yaşa" fiş cümlesi
Sayfa 45 - 46 - "Atatürk seni çok severiz; Atatürk bize çok çalışın dedi" fiş cümlesi
Sayfa 49 - 50 - 58 - 62 - 78 - 80 - 81 - "Atatürk, - Türkler çok çalışkandır - dedi" fiş cümlesi ve tekrarları.
Sayfa 82 - Türk bayrağı resmi ve "bu bayrak bizim" fiş cümlesi. Ardından Atatürk resmi ve "Atatürk seni çok severiz" fiş cümlesi.
Sayfa 102 - Jandarma resmi ve "Jale bu jandarma" fiş cümlesi.
Sayfa 106 - Yukarıdaki fişlerin tekrarı.
Sayfa 106 - Yukarıdaki fişlerin tekrarı.
Sayfa 108 - 109 - 111 - 139 - Fiş tekrarları
İLKÖĞRETİM HAYAT BİLGİSİ 1.SINIF DERS KİTABI
Elife Gündoğan - Yasemin Kurtcan (Bilim ve Kültür Yayınları)
Sayfa 34 - 40 - Oyunda demokrasi
Sayfa 45 - "Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk" Ünitesi
Sayfa 46 - "Atatürk'ün hayatı" , "Anne - babasının adı"
Sayfa 47 - "Bugün Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyoruz" , "Devletimiz Cumhuriyet ile yönetiliyor".
"Devletimizi Cumhuriyet'ten önce padişahlar yönetiyordu; Padişahlar iyi yönetemedi. Düşman’lar yurdumuza girdi"
"Savaştık; Kurtuluş savaşını kazandık, düşmanları yurdumuzdan çıkardık. Cumhuriyet yönetimine kavuştuk. Yaşasın Cumhuriyet!"
Sayfa 51 - Atatürk'ün doğum yeri, anne - baba adı, ölüm tarihi ve yeri yazmakta.
Sayfa 53 - "Atatürk'ün kişiliği ve özellikleri"
"Atatürk vatanını milletini çok severdi. Kurtuluş Savaşı Atatürk önderliğinde kazanıldı".
Sayfa 54 - Atatürk ile ilgili anılar:"Mustafa çok başarılı bir öğrenciydi..."
Sayfa 55 - "Bayrağımız ay-yıldızlı al bayraktır..."vs.
Sayfa 56 - 57 - 58 - "İstiklal Marşımızı törenle, coşkuyla söyleriz"
"Bayrağımıza ve İstiklal Marşımıza saygı gösterir, bayrağımızı gururla taşırız. İstiklal Marşımızı saygıyla dinleriz".
"Bugün Cumhuriyet Bayramı; çok sevinçliyim".
"Bayram töreni saygı duruşu ile başladı, İstiklal Marşı söyledik..."
Sayfa 59 - Atatürk Haftası:10 - 16 Kasım
"Ata'mızı sevgi ve saygıyla anıyoruz"(Atatürk ve bayrak resmi)
Sayfa 88 - "Ben ve Ailem" Ünitesi
"Toplumda dayanışma gereklidir. Atatürk Kurtuluş Savaşında milletimize önderlik yaptı; dayanışma sayesinde savaş kazanıldı".
Sayfa 153 - 154 - 155 - 156 - Bizim Bayramımız 23 Nisan Ünitesi
"Atatürk'ün Samsun'a gitmesi, TBMM'nin açılması, Kurtuluş Savaşı,Bayram'ın Çocuklara Armağan Edilmesi"
Sayfa 157 - "Bayram Hazırlıkları"
"Atatürk'ün resmini sınıfa astık..."
Sayfa - 158 - "Çevreye; evlere, dükkanlara bayrak asıldı, Atatürk resimleri asıldı..."
Sayfa 160 - 161 - 162 - 23 Nisan ile ilgili konular
Sayfa 164 - 165 - Ünite Testi(Atatürk ile ilgili sorular sorulmakta)
Sayfa 184 - 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Spor Bayramı ile ilgili yazılar ve 19 Mayıs şiiri.
Sayfa 186 - Atatürk ile ilgili sorular (Test)
TÜRKÇE KİTABI 1.SINIF
Sayfa 23 - 24 - 25 - "Sınıfınızdaki Atatürk köşesini inceleyiniz"
Atatürk (Şiir)
Sınıfta en güzel yer
Senin köşen Atatürk
Kalbimde en güzel yer
Senin yerin Atatürk
İlk yazıyı öğrendim
Seni yazdım Atatürk
Okumayı öğrendim
Sevindin mi Atatürk
Melahat Uğurkan
Devamında bu konuyla ilgili sorular, açıklamalar...
Sayfa - 26 - 27 - Atatürk'ün Hayatı
Sayfa 29 - "Başöğretmenim" (Şiir)
Atatürk benim başöğretmenim
Ne öğrendimse Ondan öğrendim
Çocuk kalbimde ilk onu sevdim
Atatürk benim başöğretmenim
Tarık Orhan
Sayfa 107 - 108 - 109 - 110 - 111 - 112 - 113 - 114 - 115 - 116 - "Atatürk'e" şiiri ve bununla ilgili test soruları, açıklamalar.
İLKÖĞRETİM HAYAT BİLGİSİ 3.SINIF DERS KİTABI
(M. E. B. Devlet Kitapları)
Sayfa 19 - Mustafa Kemal'in Okul Sevgisi
Sayfa 21 - Atatürk'ün Öğrenim Hayatı
Sayfa 34 - 35 - "Bayramlarımızdan Cumhuriyet Bayramı"
Sayfa 62 - 63 - "Atatürk Haftası:10 - 16 Kasım"
Sayfa 103 - "Atatürk güçlük karşısında yılmadı" konusu
Sayfa 109 - "Gruba bir lider gerek" konusu
"Türk ulusunun önderi Atatürk'tür..."vs.
Sayfa 123 - "Dünya için" konusu
...Ülkemizde vatandaşlık görevlerimiz Cumhuriyet'in ilanı ile yeniden düzenlenmiştir. Devletimize karşı görevlerimiz şunlardır:
İlköğretimi tamamlamak
Yasalara uymak
Askerlik yapmak
Vergi vermek
Seçimlere katılmak
Seçme ve seçilme hakkına Cumhuriyet ile kavuştuk. Cumhuriyet ve demokrasinin değerini bilmeliyiz. Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve savunmak vatandaşlık görevimizdir;
Bu kutsal görev için 20 yaşına gelen sağlıklı her Türk erkeği askere alınır. Türk gençleri bu onurlu görevi gururla yerine getirirler.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk'ün önderliğinde bir çok yenilikler yapıldı.
Sayfa 125 - "İnsan Hakları Haftası"
İlk bağımsızlık bildirgesi Amerika'da 1776'da yayınlandı;1789'da da Fransız devrimi ile "Vatandaşlık ve insan hakları bildirisi" yayınlandı.
1839'da Tanzimat Fermanı ile Osmanlı aydınlarından Namık Kemal, Ziya Gökalp vb. şair ve yazarlarımız insan haklarını savundular.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşmiş Milletler 10 Aralık 1948'de İnsan Hakları Bildirisi'ni yayınladı; Türkiye Cumhuriyeti bu bildiriyi onayladı.
Sayfa 126 - "Atatürk ve İnsan Hakları "konusu
...Kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermiştir. Laiklik ilkesini getirerek din ve devlet işlerini birbirinden ayırdı. Din, vicdan, ibadet özgürlüğünü kazandırdı...
"Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı bir hukuk devletidir"
Sayfa 136 - Atatürk'ün hayatı
Sayfa 137 - 138 - Ulu önder
Sayfa 139 - Atatürk'ün milletine yaptığı hizmetler
23 Nisan 1923'te TBMM açıldı...
Yeni Türk harflerinin kabulü, halifeliğin kaldırılması, takvim, saat ve ölçülerdeki yenilikler,soyadı kanunu,medeni kanun...
Sayfa 140 - "Bayrağım" konusu
Sayfa 141 - "Bayramlarımız" konusu
Sayfa 142 - "Cumhuriyetimiz" konusu
Sayfa 176 - 177 - 178 - 179 - 23 Nisan ile ilgili konular
TÜRKÇE DERS KİTABI 3.SINIF
(Koza Yayınları)
Sayfa 21 - Atatürk teması
Sayfa 24 - 25 - "Büyük gazi ve Cumhuriyet'in ilanı"
Sayfa 26 - 27 - "Türk ulusunu kim kurtardı?"konusu
Sayfa 28 - 29 - 30 - 31 - 32 - Atatürk'ün hayatı
Sayfa 78 - 23 Nisan Şiiri
Bugün benim bayramım
Dalgalansın bayrağım
23 Nisan bana
Armağanı Ata'nın
Bugün açıldı meclis
Özgür olduk hepimiz
Tutsak olmamak için
Savaş verdi ülkemiz
Bugün biz çok mutluyuz
Yarın umutluyuz
Koruruz ülkemizi
Atatürk çocuğuyuz
TÜRKÇE DERS KİTABI 4.SINIF
Sayfa 12 - Konu: Atatürk'ün Türk Dili ve Türk Tarihi hakkında söylediği sözleri araştırınız
TARİHİMİZ VE TÜRKÇEMİZ
...Atatürk "ulusal kültürümüzü yeni kuşaklara ancak dil aracılığıyla aktarabiliriz" diyerek Türk diline önem vermiştir;1932'de Türk Dil Kurumunu kurmuştur.
Sayfa 16 - Resim (Şiir)
Her gün enginlerden engin
Yücelerden yüce
Bir duygu sarar bizi
Bu sınıfa girince
Kürsünün üstünde
Atatürk'ün arkasında al bayrak
Kollarını kavuşturmuş göğsünde
Bu resimle başlar bizim günümüz
Karşımızda Atatürk'ü gördükçe
Kıvançla dolar taşar gönlümüz
Öğretmenimizin verdiği dersi
Dinler bizimle birlikte
Atatürk'ün resmi
Çalışkanız
Çünkü çalışınca
Bakarız Atatürk güldü
Bir yanlış yapsak
Bulutlanır gözleri
Anlarız Atatürk üzüldü.
Behçet Necatigil
Sayfa 31 - Atatürk'ün Kişiliği "Bu konuda bilgi toplayınız"
...Bu ender insan her zaman iyiyi, doğruyu aramış, bulmuş ve yapmıştır. Yaptıklarıyla ulusunun yüreğinde ölümsüzleşmiştir
Atatürk'ün çok yönlü bir kişiliği vardı; ileri görüşlü bir devlet adamıdır.
...Sonuç olarak Atatürk her alanda kendisini en iyi şekilde yetiştirmiş, ulusuna önder olmuştur. Bu özellikleriyle O unutulmayanlar arasında ilk sıralarda yer alan
Ulusal bir kahramandır.
Cevdet Yalçın (Derslerimizde Atatürk)
Sayfa 37 - 38 -"Atatürk Kurtuluş Savaşında"
Yiğittin, inanç doluydun, yapıcıydın
Sanatkar’dın denizler kadar engin
Kimsenin görmediğini görürdü
Sevgiyle bakan gözlerin
Sana borçluyuz ta derinden
Işığısın bu yurdun
Dilimizi ulusallığımızı öğrettin bize
Çünkü Cumhuriyetimizi sen kurdun
Hürriyeti sen yaydın içimize
Halkçıyız dedin halk içinden
İnançla hür yetiştirdin bizi
Borçluyuz sana ta derinden
Cahit Külebi
Sayfa 49 - 50 - 51 -"Öğretmen Atatürk"
Sayfa 57 - 58 -"Türk Kadını"
...Atatürk, Cumhuriyet kurulduktan sonra kadın haklarıyla ilgili çalışmalar başlatmıştır. Bu çalışmalardan biri, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesidir.
Bugün ülkemizde kadınlar ve erkekler her konuda eşittir. Örneğin kadınlar, erkeklerle aynı okullarda eğitim alabilmekte ve istedikleri mesleği seçebilmektedirler. Çağdaşlığın temel koşulu olan bu eşitliği Atatürk'e borçluyuz.
Sayfa 67 - 68 - "Atatürk'ün sanat anlayışı"
Sayfa - 69 - 70 - 71 - 72 - 73 - 74 - "Törende" (Cumhuriyet Bayramı hakkında)
Sayfa 99 - 100 - 101 - "Evrenselliğe Doğru"
"23 Nisan 1920'de egemenlik ulusun eline geçmişti. Türk devletinin yönetimi bir soydan alınmış, ulusa verilmiştir. Bu Türk ulusu adına büyük bir gündü. Türk ulusuna yakışan da buydu..."
MATEMATİK 4.SINIF
Sayfa 5 - Alıştırmalar 6:"Atatürk" kelimesindeki harflerden oluşan kümenin eleman sayısı kaçtır? Defterinize yazınız.
Sayfa 142 - Problemler 1:Atatürk'ün getirdiği yeniliklerden Miladi takvim 1926 yılından itibaren kullanılmıştır. Bu yenilik Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun kaçıncı yılında kabul edilmiştir?
Problem 4:Atatürk 1919 yılında Samsun'a ayak basmıştır. Atatürk Samsun'a ayak bastığında kaç yaşındaydı?
TÜRKÇE DERS KİTABI 5.SINIF
Sayfa 9 - 10 - "Çocuk ve Okul" (Şiir)
Ne kadar da sessizdi yaz tatili boyunca
Neşe doldu her yer okullar açılınca
Dolarız okullara, hakkımızdır sevinmek
Bak! Ata'm diyor ki çocuk gelecek demek.
Sayfa 22 -"Mustafa Kemal'in Sevgisi"
Sarıkamış ayazında kaputsuz
Anafarta'nın tozunda gözlüksüz
Sakarya'nın karında çizmesiz
Yalnız bizi düşünmüş M. Kemal
Arap çöllerinde susuz
Van gecelerinde uykusuz
Kocatepe'de korkusuz
Yalnız bizi düşünmüş M. Kemal
Sayfa 25 - 26 - 27 - "Çağdaş Eğitim Sistemi"
...Atatürk ulusumuzun uygarlaşması ve yurdumuzun kalkınması için eğitime çok önem vermiştir. Sakarya savaşının en zor günlerinde Milli Eğitim Şurasını toplamıştır. Burada yaptığı konuşmada "yüzyıllardır süren derin bir umursamazlığın devlet yapısında açtığı yaraları sarmak için gerekli olan çabaların en büyüğü, kuşkusuz eğitim alanında gösterilen çalışmalardır" demiştir.
Cumhuriyet yönetiminden önce yurdumuzda iki çeşit okul vardı; bu okulların bazısında din, bazısında kültür dersleri verilirdi. Erkek ve kız öğrenciler ayrı okullara giderdi. Atatürk bu ayırımı gidermek için yaptığı konuşmada "milletimizin ve memleketimizin okulları bir olmalıdır; bütün memleket evlatları kız ve erkek aynı şekilde orada okumalıdır" demiştir.
...Eğitimde laiklik ilkesine çok önem vermiştir, Eğitimi din kurallarından kurtarıp eğitimin bilimsel ilkelere göre yapılmasını sağlamıştır. Böylece yeni kuşakların çağdaş ve laik bir eğitim almaları da sağlanmıştır.
Sayfa 36 - "Atatürk ve Cemil"
Sayfa 43 - 44 - 45 - Atatürk ilkeleri
"Atatürk'ün dünya görüşünü oluşturan temel fikirleri ilkeleridir;
*Cumhuriyetçilik: Halkın halk tarafından yönetilmesidir, egemenlik ulusundur.
*Halkçılık:...
*Laiklik: Atatürk din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak insanların dini inançlarında, ibadetlerinde serbest olduğunu belirtti. Devlet işlerinde dinin egemen olmasını önledi,din ve devlet işlerini birbirinden ayırdı.
*Devletçilik:...
*Milliyetçilik:...
*İnkılapçılık:...
"Atatürk ilkelerini korumak ve kollamak ulusal bir görevdir. Değişen ve ilerleyen dünyanın gerisinde kalmamak için Atatürk inkılaplarının bekçisi ve ilkelerinin savunucusu olacağız."
Sayfa 46 - 47 - 48 - 49 - "Birleşmiş Milletler" hakkında bilgi
Sayfa 50 - 51 - "Cumhuriyet Ağacı"
Sayfa 59 - 60 - 61 - 62 - "Cumhuriyet Nasıl İlan Edildi?"
Sayfa 63 - 64 - 65 - 66 - Atatürk Türkiye (Şiir)
Seni hiç görmedim Atatürk'üm
Sesini duymadım yakından
Seyredemedim bakışlarını bir kerecik olsun
Ama öylesine bizim olmuşsun
Öylesine dolmuşsun ki içimize
Her iyi şeye, her güzel şeye
Atatürk diyesim geliyor
Tutsak değilsek başka uluslara
Okuduğumuzu anlıyorsak
Yazabiliyorsak kolayca
Özgürsek, düşünebiliyorsak uygarca
Sana borçluyuz.
Okullarda, kışlalarda
Resim, resim olmuşsun duvarlarda
Yaman sevmişiz seni Atatürk'üm
Gönlümde taht kurmuşsun
Eserlerinle dolmuş Türkiye'miz
Sen Türkiye olmuşsun.
Sami Ayhan
Sayfa 78 - 79 - 80 - "İnsan Sevgisi" (Atatürk'ün insan sevgisi anlatılmakta)
Sayfa 87 - 88 - 89 - "Kadın Hakları" (Atatürk'ün kadınlara verdiği haklar vs.)
Sayfa 107 - 108 - 109 - 110 - "Yurttaşlık Görevi"
...Bunlardan biri ilköğretimin zorunlu ve parasız olmasıdır. Seçme, seçilme hakkı, vergi vermek,askerlik yapmak,yasalara uymak diğer önemli yurttaşlık görevleridir.
Türkiye artık Devrimlerin gerekli olup olmadığı tartışılmalı
Yavuz Bahadıroğlu
Atatürk’ün “taraf” olduğu hiçbir konu bu ülkede doğru düzgün hiç tartışılmadı...
Sadece kavga edildi...
“Taraf” olanlarla “karşı” olanlar birbirlerini yere sermek için çabalayıp durdular.
Zaten tartışılamazdı da: Çünkü “Koruma Kanunu” vardı ve “muhalif”lerin tepesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyordu!
Düştü düşecek, vurdu vuracak!
Böyle bir ortamda sağlıklı ve özgür tartışma yapmak mümkün değil. Sonunda herkes kendi çalar, kendi oynar, ama fikir hayatına ve tarihe hiçbir katkı olmaz.
Kemalistler, “Oldu da bitti maşallah, nazar değmez inşallah!”, muhalifler,“Geldi geçti” havasından çıkıp aşağıdaki tek soruya cevap aramalı...
Soru şudur: Devrimler zaruretlerden mi doğdu?..
Saltanatın ve hilafetin kaldırılması;
Medeni Kanun’un kabul edilmesi (ki, Osmanlı gayrimedeni kanunla mı altıyüz sene yönetilmişti?
Tarikatların kaldırılması, türbe, tekke zaviye ve medreselerin kapatılması;
Laikliğin kabul edilmesi;
Şapka ve kıyafet kanunu;
Takvim, saat ve ölçüleri değiştirme;
Harf İnkılâbı, Dil İnkılâbı, Tarih İnkılâbı...
Bu dosyaları, “taraf” ve “taraftarlığın”; “sevgi” ve “nefret”in dışında,“gereklilik”, “geçerlilik” ve “zaruret” çerçevesinde, yeniden açmamız lâzım.
“Dönemin şartları”nı dikkate almakla birlikte, fikrimizi şartlara hapsetmeden bunu yapabilmeliyiz.
Zira şartları sebepler hazırlar. Bazı hallerde “şart”lara sığınmak, tarihe karşı sorumluluktan kurtulmanın tek yoludur. Bu yüzden gerekip gerekmediğine bakmak icap eder.
En aykırı sorudan başlayalım: “Saltanat ve hilâfeti kaldırma zarureti var mıydı?”
Hemen “saltanatçı” (ki, olsam ne lâzım gelir? Demokrasi “saltanatçı” olma hakkı da tanıyan rejimin adıdır) damgası vurmadan düşünün ki, yıllar boyu insanları damgalayarak susturdunuz, ama bir işe yaramadı: Zaten bu saatten sonra kimseyi susturamazsınız...
Düşünün ki, Avrupa’nın pek çok devleti ile İskandinav ülkeleri ve Japonya“monarşi” ile gül gibi yönetiliyor.
Ve düşünün ki, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Meclis, “Cumhuriyet Meclisi” değil, “Osmanlı Meclis-i Meb’usanı”dır ve meşrutiyet döneminde seçilmiş milletvekillerinin Ankara’ya gelmesiyle oluşmuştur!
İkincisi: 29 Ekim 1923’de ilân edilen Cumhuriyet ise “isimden ve resimden ibaret” bir cumhuriyettir. O kadar ki, çok parti ile yönetilen Osmanlı’nın cumhuriyete geçişi tek parti ile olmuş ve tek partililik 1946 yılına kadar sürmüştür.
Dünya şartları zorlamasaydı, kim bilir daha ne kadar sürecekti?
Kaldı ki, Milli Mücadele döneminin önder isimlerinden bazıları“Cumhuriyet gibi bir zaruret olmadığını” söylerken, Karabekir Paşa gibi diğer bazı isimler, “Saltanat kaldırılmalı, hilâfete ise dokunulmamalıydı”fikrindedirler.
Gerekçelere tek tek bakmak şart: Çünkü biliyorsunuz devrimler, “Ben yaptım oldu!” anlayışı içinde gerçekleştirildi.
“Ben yaptım oldu” anlayışının egemen olduğu devletin yönetim tarzına“demokrasi” denemeyeceğine göre, adını net koymamız lâzım:Diktatörlük!
Devrimler “halkla birlikte” mi yapıldı?
“1946’dan sonra Türkiye’de demokrasi olmadı” diyen CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun 1946’ya kadar kesintisiz süren “tek parti Şefokrasisi”ni “demokrasi” sanması, ya “demokrasi” algısındaki bir arızaya işarettir ya da partisinin geçmişini temize çıkarma çabasından kaynaklanan büyük bir telaşa...
CHP, 14 Mayıs 1950’de yapılan cumhuriyetin tek özgür seçimi sonucunda iktidarı Demokrat Parti’ye devredinceye kadar, o koltukta “cebren ve hile ile” oturmuştur.
Çünkü ortada gerçek bir seçim değil, sadece “göstermelik seçim” vardır…
Hele 1946 seçimlerinde uygulanan seçim yöntemi sebebiyle iktidar da, Cumhurbaşkanı da tartışmalı hale gelmiş, rahmetli Başbakan Adnan Menderes, bu hakikatı bizzat İsmet Paşa’nın yüzüne haykırmıştır.
Bir kere 950 öncesi yönetimde “Millet” yoktur. “Seçilmeye mahkûm” bir partinin zaten milletle iş tutması sözkonusu değildir. Millete ihtiyaç duyduğunda ise millet onları çoktan defterden silmiş bulunuyordu.
Şu soruya dürüst cevap istiyorum: Bugün her biri anayasa koruması altında bulunan “Atatürk devrimleri” millete sorularak mı yapıldı?..
Sorulsaydı, millet onaylar mıydı?..
Daha derin bir soru: Cumhuriyet ilân edildikten hemen sonra çok parti ile seçime girilseydi, Atatürk ve ekibi iktidarda kalabilir miydi?
Bu soruya “evet” cevabını veriyorsanız, 17 Kasım 1924’te Kâzım Karabekir’le arkadaşlarının (Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar) öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na halk neden akın etti? Halkın bu yönelişinden korkup altı ay sonra kapatmadınız mı? (3 Haziran 1925).
O kapatıldıktan uzunca bir süre sonra Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fethi Okyar’a kurdurduğu (12 Ağustos 1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yine halk hücum edince, “Fethi Bey hükümeti istiyor” gibi bir gerekçe ile defterini dürmediniz mi? (18 Aralık 1930).
Halka güvenmemek, hatta halktan korkmak başka nasıl olur?
Son soru: Devrimleri millete sorarak mı yaptınız?..
Bırakınız devrimleri millete sormayı, çoğunlukla Meclis’e bile sorulmadı. Saltanatın kaldırılmasına itirazlar gelince, Mustafa Kemal’in kürsüye fırladığını ve “Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir” diyerek elini boğazına götürüp “kesme” işareti yaptığını, kelle vermeyi göze alamayan muhaliflerin bunun üzerine muhalefetten vazgeçtiklerini biliyoruz.
“Meclis’te oy birliğiyle kabul edilip kanunlaştı” dediğimiz pek çok uygulamada “oy birliği”, bazılarında “oy çokluğu” olmadığını da bilmekte fayda var: O kadar ki, cumhuryetin ilân edildiği oylamada bile “oy çokluğu” yoktur.
334 milletvekilinin yalnızca 158’i cumhuriyet ilânı ve cumhurbaşkanı seçimi oylamasına katılmış, 176 milletvekili (yüzde 52.07) ise oturuma katılmamıştır. Tartışmadığımız için bilmiyoruz, belki de katılmamaları sağlanmıştır.
Anayasa gereği olarak cumhurbaşkanı seçimi her dört yılda bir tekrarlandı… Atatürk bu seçimlere daima tek aday olarak girdi, çıktı…
1927’de 335 üyeden 288’inin, 1931’de 351 üyeden 289’unun, 1935’de de 444 üyeden 386’sının oyunu alabildi. Yani hiçbir zaman “ittifak” sağlanamadı. Ne var ki, ders kitaplarında ve resmi tarihte bu yalan tekrarlandı durdu.
Sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını geçersiz kılmak için Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılıp CHP’nin müracaatı üzerine Anayasa Mahkemesi’nin kabul ettiği “367 toplantı yeter sayısı” o gün de geçerli olsaydı, cumhuriyet ilân edilemeyecek, dolayısıyla Atatürk de Cumhurbaşkanı olamayacaktı.
Kızmadan, bağırmadan, öfkeye teslim olmadan, birbirimize küsmeden, her şeyi tartışmamız lâzım!
Var mısınız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder