Hatırlayalım, 3 Mart 1924’te, M.Kemal’in sözünden çıkması mümkün olmayan TBMM bir yasa çıkardı. “Ümmet-i Muhammed” olarak bizi “biz” olmaktan çıkaran, “birlik ve beraberlik”imizi bozup dağıtan, “İslam coğrafyası”nı paramparça eden, her şeyiyle İslam’a ve tümüyle müslümanlara kasteden bu yasa, “müslüman millete ihanet”in, bir“emperyalist hamle”nin zemini teşkil ediliyordu: “Hilafet’in ilgası...”
431 No’lu “Hilafetin İlgasına (Kaldırılmasına) ve Hânedan-ı Osmani’nin(Osmanlı Hanedanı’nın) Türkiye Cumhuriyeti Memaliki (Ülkesi) Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”undan söz ettiğimi anlamışsınızdır. Bu yasanın ilk maddesini hatırlayalım:
“Halife hal’ edilmiştir (görevinden alınmıştır). Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda (anlamı ve kavramı/mahiyeti içinde) esasen mündemiç(mevcut/var) olduğundan, Hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).”
“Hilafet”in kaldırılmasının gerçekte kimin işine yaradığını bugünün dünyasına, özellikle de paramparça olmuş İslam Coğrafyası’na baktığımızda görüyoruz. Zaten Hilafet’in kaldırılması o günün süper gücü İngiltere’yi öylesine memnun etmişti ki, M. Kemal’e, İngiltere’nin en büyük nişanı olan “Dizbağı Nişanı”nı vermişlerdi. İşin acı yanı, bu vukuatta M.Kemal’e destek veren çok sayıda “din adamı”nın olmasıydı.
Hilafet makamı kaldırıldıktan sonra, “müslümanların siyasi-idari otoritesi”yıkıldı, “dünya müslümanlarını bir arada tutan bağ” kalmadı. “İslam’ı hayattan uzaklaştıran devrimler”in karşısında duracak hiçbir otorite kalmamıştı. Başsız kalan müslümanlar darmadağın oldular. İslam hayattan tamamen sökülüp atılarak vicdanlara hapsedildi. Müslümanlar arası bağlar koparılınca ve İslam hayata âmir olmaktan çıkarılınca, “Ümmet birliği” anlayışı da bitti. Son noktada, halen devam eden “Devlete bağlı din”dönemine geçilerek, İslam, Laik Devlet’in kontrol ve biçimlendirmesine tâbî kılındı. Bir kuşak sonra, “Laik-Kemalist Devlet ne kadar ve ne şekilde/nitelikte istiyorsa, ancak o kadar ve o şekilde/nitelikte müslüman olan bir toplum”üretilmişti bile.
İslam’ın “Hilafet Müessesesi”ni kaldıran M.Kemal’in kurduğu rejim halen hükümran ve “adli/idari tedbirler”le korunuyor. Üstelik “Laik-Kemalist devrimler”, bir de “Anayasal bağlayıcılık”la hakim durumda. Anayasanın“İnkılâp kanunlarının korunması” başlıklı 174. Maddesi’nde, bazı “Devrim Yasaları”na “Anayasal düzey” kazandırılmış. Bunlar arasında, Hilafet’i kaldıran 431 Sayılı yasa yok. Yani Hilafet’i kaldıran yasa Anayasa’da koruma altında değil, kolayca kaldırılabilecek “sıradan” bir yasa.
Şimdi bu bilgiler ışığında görünen tarihi gerçek şu: Hilafet, bir “İngiliz projesi” olarak kaldırıldı ve bu da müslümanlar eliyle yapıldı. Yani Hilafet,“emperyalist bir dünya gücünün projesi” olarak kaldırıldı.
Ancak Hilafet kaldırıldığı için paramparça olan coğrafya üzerindeki gelişmeler, bugünün dünyası için artık sürdürülebilir ve yönetilebilir olmaktan çıkmış görünüyor. Özellikle de küresel emperyalist güçler,“İslam coğrafyası”ndaki gelişmeleri ve hareketliliği, “dünya üzerindeki egemenlikleri ve çıkar ilişkileri” açısından tehlikeli görmeye başladılar.
Buradan hareketle günümüz gerçeğine ulaşıyoruz: Küresel emperyalist güçler, İslam coğrafyasını kontrol edilebilir küçük parçalara bölerek, bir Halife’nin otoritesi etrafında yönetilebilir halde yeniden organize etmek istiyorlar. Yani yeni bir “Hilafet projesi” sözkonusu.
İşte bu noktada Ümmet-i Muhammed’in çok dikkatli, basiretli, uyanık ve tedbirli olması lazım. Tehlike şu: Dün bir süper gücün projesi olarak kaldırılan Hilafet, bugün yine bir küresel gücün projesi olarak kurdurulmaya çalışılıyor...
Bunu asla kabul edemeyiz. Yapılması gereken belli: Bugün için bize hoş gelse ve anlık tatmin açısından çok iyi görünse de,kendi haklarımızı “başkalarının projesi” olarak elde etmekten kaçınıp, “kendi mücadelemiz”le “hakederek” elde etmeye çalışmalıyız.Bu cümleden olmak üzere,lanse edilen“Hilafet projeleri”nden kaçınarak, “Hilafet’in ihya edilmesi” için gereken çalışmaları müslümanlar olarak biz organize etmeliyiz.
Lafı buraya getirmişken, “Batı emperyalizmi”ne ve “Siyonist tasallut”a karşı“dik duruş” gösteren kadroların yönetimindeki Meclis’e düşen “tarihi bir görev” var. Batı’nın ve Siyonizm’in isteği üzerine yapılan her ne varsa, onları “asl”ına döndürmek, “toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerleri”ne uygun hale getirmek... Bunların başında“Hilafet Makamı”nın yeniden ihyası geliyo r
Bunun için Hükümet TBMM’yi harekete geçirmeli ve sıradan bir yasa olan 431 Sayılı Devrim Yasası kaldırılarak, “Hilafet Makamı”nın kurulmasının önü açılmalı. Böylece müslüman topluma, kendi Halifesini seçme imkânı verilmeli. Yani Hilafet, düştüğü yerden kaldırılmalı.
Eğer bu tarihi görev acilen yapılmazsa, Ümmet-i Muhammed’in başına,“küresel habis güçlerin projesi olarak musallat edilen bir Hilafet” gelecek ve bunun üreteceği sorunları temizlemek belki de yüzyılları alacak.
YENİAKİT / Faruk Köse
Hatalarımız
YENİAKİT / Faruk Köse
HİLAFET, DİYANET, İŞ BANKASI VS.
16. YY.’da Yavuz zamanında Memluklu’lardan Osmanlı’ya geçen hilafet 3 Mart 1924’de “makam” olarak kaldırıldı, “mana ve mefhum olarak” ise “Cumhuriyet ve TBMM’nin şahsı manevisinde mündemiç” olarak muhafaza edildi.. Hilafetin emlakı vakıflara, “şeriye vekaleti ve hilafetin tedvire memur olduğu” bir kısım görevler ve 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildi. Başlangıçta tekke ve zaviyeler ve bunların şeyhleri de Diyanet’e bağlı idi, ama 1925’de tekke ve zaviyeler kapatılınca Diyanet’in bu görev alanı da kaldırılmış oldu.
400 yıl sonra din ve devlet ayrıldı. Hilafetin laikliğe kurban edildiği “Son darbe”nin üzerinden ise 91 yıl geçmiş. O günden bugüne, yeryüzünde hiçbir din yoktur ki, o dine inananların evrensel bir temsilcisi, onların hak ve hukuklarını koruyan bir makamları olmasın. Aslında 1 Kasım 1922’de Hilafet ve monarşi birbirinden ayrıldığında istikamet belli idi. Tek başına bu günah ve bu vebal bile CHP’nin ve Kemalistlerin, Müslümanların gözünde ebediyyen mahkûm edilmesi için yeter de artar bile. 18 Kasım 1922’de Abdulmecid efendi halife seçilir. Artık padişah gönderilebilir ve hilafet Kemalistler tarafından rehin alınabilirdi. Görüntü, padişahtan kurtulurken dine sahip çıkılıyordu.
1 Kasım’da hilafet ve monarşi birbirinden ayrılıyor. Vahdeddin 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda bırakılıyor. İstanbul’un işgali 16 Mart 1920. Hilafet konusu 1 Mart 1924’de halife ve hanedanın ödenekleri konuşulurken gündeme geliyor. 3 Mart ve 1924’de hilafet makamına “son darbe” indiriliyor.. 5 Mart’ta da Abdulmecid efendi Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılıyor. Osmanlı hanedanı ve hilafete mensup 155 kişi ülkeden sürülüyor. Artık medreseler kapatılıp, tevhidi tedrisata geçilecek, şeriye ve evkaf bakanlığına el konulacak, harf devrimi, her şey arkası arkasına gelecek, katı bir laiklik uygulamasına geçilecek.
3 Mart 1924’de hilafet makamı ilga ediliyor, 26 Ağustos 1924’de hilafet fonundan aktarılan paralarla İş Bankası kuruluyor.
İş Bankası’na itibarı milli isimli İttihat Terakkicilerin hazineden aktardıkları para ile kurulan bankanın kaynakları da aktarılmış daha sonra. O da yetmemiş İttihatçıların geri döndükten sonra Afyon’da kurdukları Afyon Terakki Bankası’nın sermayesi de aktarılmış. Şimdi öğreniyoruz ki aslında 1980 darbesinden sonra CHP kapatılıp, İş Bankası’ndaki CHP hisseleri hazineye devredilince, bankaya istisnai vergi muafiyeti getirilmiş, yetmemiş 1982’de banka sermaye artırımına giderken, CHP’nin %28’lik hissesini oransal olarak sabit tutmak için hazineden büyük ölçüde bankaya kaynak aktarılmış. Daha sonra İş Bankası hisseleri tekrar CHP’ye geçince bu hisseler de CHP’ye geçmiş. Yani hazinenin 1982’de aktardığı para karşılığı hisseler de CHP’ye geçmiş. Oysa bu hisselerin hazineye intikali gerekirdi. Bu konunun hazine ve Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlıkça soruşturulması gerek.. 12 Eylül’ün bu hukuksuzluğunun ortadan kaldırılması gerek.
İş Bankası’na para transferi Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği eli ile yapılmış. Çünki, CHP kapatılınca CHP hisselerinin yönetimi, Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğine geçmiş.. Şimdi Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğinin en azından hazineden aktarılan parayı neması ile birlikte geri isteyip, hazineye geri iadesi gerekir.
Hazinenin hakkı hazineye, Diyanet’in hakkı Diyanet’e.. Bana kalırsa, Diyanet’in anayasal statüde özerk bir dini kurum olarak, evrensel bir ümmet birliğinin kurucu önderliği misyonunu üstlenmesi gerekir. Aynı şekilde dini vakıflar ve din öğretimi ile, İş Bankası’nın hilafet fonundan aktarılan hisselerinin de nemaları ile birlikte Diyanet’e devri gerekir.. Yakın gelecekte bir gün İş Bankası’nın yapısının değiştirilerek ribadan arındırılıp, İslam Bankası’na dönüştürüleceğini düşünüyor ve bunun için dua ediyorum. Bugün bu maksatla açılmış devam eden davalar var. İş Bankası binlerce kişi ile davalık.. Yurdun dört bir yanından açılan davalar var. Açılacak olan davalar var.. Bu davaların bir kısmı devlet, bir kısmı vatandaşlarla ilgili. Belki Cumhurbaşkanlığı makamının bunu ele alıp, inceletmesi ve bu konunun gerekirse yeni bir yasa ile çözülmesi gerek. Yeni Türkiye’de, Yeni Anayasa yapılırken, bankası olan parti komedisine de bir son vermek gerek.
Bu hilafet konusuna yarın da devam etmek gerekecek. Selâm ve dua ile.
YENİAKİT / Abdurrahman Dilipak
Hatalarımız
Bir süredir, müslümanlar olarak birbirimize karşı hangi hataları yaptığımızı veya genel duruş itibariyle ne tür hatalarımız olduğunu düşünüyorum. Daha kapsamlı bir çalışma için not aldıklarımın bazılarını sizlerle paylaşayım istedim. İşte bazı hatalarımız:
“Kelime-i Tevhid”in manasında ve yorumunda bile neredeyse birbirine zıt görüşler ileri sürüp, “iman”ı puslandırmak. “İslami değerler”i, İslam’a aykırı kavramlarla tanımlayıp algıları “İslami esaslar”dan saptırmak. Söylemde “vahye göre bir hayat” istediği halde, “vahiyle terbiye edilmemiş” fert, aile, cemaat ve toplum modelleriyle yetinmek. “İslam davası”ndan söz edip de İslami hükümlere uygun yaşamayarak, “pratik”teki hataların “esaslar”da olduğu algısına yol açmak.
Bir ve bütün olmak yerine parça parça bölünüp, gruplar arasına kaynaşmayı önleyen aşılmaz duvarlar çekmek. “Ümmet birliği”ni emreden bir dine inanıp da grup grup, fert fert parçalanmak; birliğe çağırıp da ayrı bir grup oluşturmak. Kur’an “İslam kardeşliği”ni emrettiği halde, “dünyevi hırslar”, “politik tarafgirlik” vb. sebeplerle İslam kardeşliğine ihanet etmek. Müslüman olduğunu söyleyip de İslam’a göre yaşamaktan ve konuşmaktan, müslümanlarla beraber olmaktan uzak durmak. “İttifak edilen hususlar”da ortak çalışıp birliği güçlendirmek yerine, “ihtilaf edilen hususlar”ı öne sürüp ayrılığı pekiştirmek. “Müslümanların duyguları”nı istismar ederek, İslam davasını “kişisel kazanç ve servet elde etme vasıtası”na dönüştürmek. “Birlik”i sağlayacak bir model üretmek için “müzakere” etmek yerine, “ayrılık”ı getirecek basit sorunlar için “münakaşa” etmek. “Organizasyonel işbölümü”, “kollektif hareket” ve “müştereklerde ortak çalışma” yerine “bireysel” durmak ve “sorumluluk”u üstlenmemek. Aramızda tek bir sorun olsa da çözmek için bir araya gelsek, bırakın çözmeyi, onu birkaç sorun haline getirip ayrılmak. “Duyuş”ta, “düşünüş”te, “hal”de, “gidiş”te “ben” merkezli olup, “biz” olmayı becerememek; “biz”i “ben” için heba etmek.
“Kâfir”e ve “İslam düşmanı”na karşı “müşfik/merhametli”, müslüman kardeşine karşı “şedit/acımasız” olmak. “Kavga etme ihtiyacı”nı müslüman kardeşinde gidermek. Kendisi için, haksızlıklarına dahi “adalet” beklediği halde, başkalarının haklarına riayette bile adaletten ayrılmak. “Rakip”lerinin eleştirdiği davranışlarını “yakınlık duydukları” yaptığında tevil edip fazilet aramak. “Sosyal gerçeklikler”i “mekanik durumlar”a ve “kişisel kurgular”a göre “anlama”ya, “anlamlandırma”ya, “tanıma”ya ve “tanımlama”ya kalkışmak.
“Hak”kı gizlemek, “hakkı ihya” etmeye çalışanı engellemek; doğrulara, işimize gelmiyor veya “düşüncemize uymuyor” diye “sansür” koymak. Bizim gruptansa hataları doğru, karşı gruptansa doğruları hata saymak. Başka mü’minlere “haram” kıldıklarını, “yanlış” gördüklerini kendisi sözkonusu olduğunda “mübah” saymak, “doğru” kabul etmek. Kendisine istediği adaleti başkasına lâyık görmemek, başkasına yaparken “adalet” saydığı şey kendisine yapılınca “zulüm” saymak. “Yalakalık”ı “yandaşlık ve dostluk”, yanlışlarından “uyarma”yı “muhalefet ve düşmanlık” sanmak. Hatalarından vazgeçip doğruya dönecek yerde, hatalarını doğru göstermek için doğruları iptal ve imha etmeyi göze almak. Başkalarına haram kıldıklarını kendisi için helal saymak, kendisine lâyık gördüğü şeyleri başkalarına yakıştıramamak.
“Allah’ın hükümleri” varken, hayatın insan kafasının ürünü hükümlere, yasalara göre yaşanmasından rahatsızlık duymamak. Lafzen reddettiği “tağut”u fiilen sahiplenmek; tağuta küfrettiği halde “tağutlaşanlar”ı destekleyip “ortamına sığınmak.” İslami olmayan, “İslam’a aykırı bir devlet sistemi”ni, sırf “yönetim koltuğunda müslümanlar oturuyor” diye sahiplenmek. Devlet sistemi ve “hayat programı” olarak İslam yetersizmiş gibi, hayatın “demokratik mekanizma”ya göre düzenlenmesine razı olmak.
“İslam davası”nı sürdürdüğünü söyleyip de, “İslami bir yönetim” sistemi içinde yaşamaya hazırlanmamak. “İslam Devleti”ni istediği halde, “İslami Devlet sistemi”nin “kurumsal yapı”sını ve “hukuk metinleri”ni hazırlamamak. İslam davası için gerekli olan 1 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık, 25 yıllık, 50 yıllık, 100 yıllık planlar/programları yapmamak. “İslami hareket”in bugününe ve geleceğine yönelik olarak, “her alanda istihdam edilecek lüzumlu kadrolar”ı yetiştirmemek. “Kadro, sistem ve düsturlar”ı hazırlayacak yerde sadece tez elden iktidara talip olarak “yönetme hırsı”yla “hedef”ten sapmak. İslami çalışmaları “tek adam” modeli üzerine bina etmek, “etkin ve nitelikli istişare kurulu” oluşturmamak. “Plânlı bir çalışma” yerine “plânsız” ve “dış unsurlar”ı hesaba katmadan hareket etmek; tâlî hususlarla vakit öldürmek.
İslam’ı başkalarına anlatıp, kendi yaşantısından uzak tutmak; yapmadığını söylemek, emrolunmadığını yapmak. Başkalarını “Şeriat”a davet edip, kendi fiiliyatında Şeriat’tan kaçınmak; dil ile kabul ettiği Şeriat’ı fiilen reddetmek. Kur’an’ı “hayat kitabı” olarak kabul ettiğini söyleyip de, hayatını Kur’an’a yaklaştırmaya yanaşmamak. İslam’ı bir “hayat sistemi” olarak değil, her insan için lazım olan bir “ideolojik tatmin vasıtası”ymış gibi algılamak.
“Dini gerekçe”yle “politik taraf” belirlemek, ama “politik organizasyon”un çıkarı sözkonusu olduğunda “dini esaslar”ı es geçmek.
“Bilgi”ye değil “zan”na dayanmak; her hususta söz söylemeye kalkışırken, hiçbir hususta bilgi sahibi olmaya yanaşmamak. “İdeolojik gevezelik”le meşgul olup “salih amel”i ihmal ederek, “hayat”ı biçimlendirmesi gereken İslam’ı “söylem”e hapsetmek. “İlimsiz fertler”in “ihlassız ameller”i üzerine bir topluluk üretip, bundan ilim ve amel ile yükselen İslam nizamını beklemek.
“Ahiret”e iman ettiğini söyleyip, “ahiret hiç yokmuşçasına”, hayat sadece dünyadan ibaretmişçesine “hak ve adalet”ten uzaklaşmak.
ÖLÜMSÜZLÜĞE ÖLMENİN ADI: ŞEHADET!
Şubat için “Şehadet ayı” denir. Ümmet-i Muhammed çok şehid vermiştir Şubat’ta. O halde bir Şubat yazısını “Şehadet”e ayırmamak olmaz.
Ölümsüzlüğe ölmenin adıdır “Şehadet!” Hani, insan tarih boyunca“ölümsüzlük iksiri” aranmıştır ya... İşte “hiç ölmemenin tek yolu; şehadet”tir.Allah yolunda ölmek!... Eğer Allah yolunda canını feda edersen, “ölümsüzlük iksiri”ni içmiş olursun. “Şehid” olan mü’minin ölmez, “daha güzel bir hayata dirilir.”
“Şehadet mertebesi”ne ulaşırsan, “Allah katında kıymetin” pek yüce olacak! Tertemiz, dupduru, günahların affedilmiş olarak Yaradan’ına kavuşacaksın.Hiçbir zaman kaçamayacağın ölüm, senden kaçacak! Sen şehid olursan ölüm sana ne yapabilir ki? Çünkü bir kez ölümsüzlüğe ölmüş, şehid olmuşsun!
Varsın birileri dünyayı çok sevsin. Sen, ey mü’min kardeşim, sen ölümü sev!Hayır hayır, ölümü değil, ölümsüzlüğü, ölümsüzlüğe ölmeyi sev! Sen “şehadet”i sev!
Şu “acıların dünyası”ndan “daha güzel bir alem”e geçmek için, ömrünü“şehadet peşinde” geçirmelisin! Eğer şehid olursan, “Allahu Teala’nın özel misafiri” olacaksın! Susuzluğunu “Cennet pınarları”ndan giderecek, açlığını“Cennet meyveleri”yle yatıştıracaksın! “Arş’ın gölgesi”nde “Rabbinin misafiri”olacaksın!
“Rabbinin misafiri” olmak istiyorsan “şehadet yolu”na girmeli; “Allah yolu”nda canını ve malını feda ederek “cihad” etmelisin! Tâ ki herkese nasib olmayan o “büyük şeref”e, o “mükemmel nimet”e, “şehadet”e kavuşasın! “Allah için yaşamak”, sonra da “Allah yolunda cihad” ederek“O’nun rızası için şehid olmak”, en büyük hayalin ve mutluluk kaynağın olmalı!
Önemli olan, “Rabbine şehadet etmek ve sanki bir şâhid ve şehid gibi yaşamak; bu şûura uygun fiiller işlemek”tir. Eğer şâhid olarak yaşarsan, Allah sana şehadeti nasip eder. Allah yolunda canını fedâ edersen, Cennet senin için hak olur.
İnsan, Allah’ın bahşettiği hayatı kaybetmek istemez. Fakat ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Eğer bir şey mutlaka gelecekse, çok yakın demektir. Sana uzak gördüğün ölüm mutlaka gelecekse, ondan kaçamayacağın kesindir. Bu durumda önemli olan, nasıl yaşadığın ve nasıl öldüğündür.
O halde, “hayatına da, ölümüne de gerçek anlamını vermen” gerekecektir.“Hayatın gerçek anlamı şehid gibi yaşamak, ölümün gerçek anlamı ise şehid olmaktır.” Çünkü bu durumda sen, “Allah kelimesinin yüceltilmesi” görevini,“Allah’ın hükümlerini hayata hakim kılmak için mücadele” vazifeni yerine getirmiş; bu yolda en kıymetli şeyini, canını feda etmişsindir.
Hiç, sen “Allah rızası” için mücâdele eder, “Allah’ın adını yüceltmek” için cihad eder, Allah yolunda canından ve malından vazgeçersin de, Allahu Teala seni mükâfatsız bırakır mı? Elbette bırakmaz! Seni, duyduğunda yürekleri tatlı bir ürpertiyle harekete geçiren “şehidlik makamı”na ulaştırır. Sen artık Cennette “Peygamberlerin yoldaşı”sındır. Çünkü “gaza” ve “cihad” çalışmalarını şehidlikle taçlandırmışsındır.
Sen artık şehidsin ve ebediyyen Cennette yaşayacaksındır! Artık Cehennem sana haram olmuştur! Çünkü “Allah’tan başka ilah olmadığına dair şahitlik”ini sadece dilinle ikrar etmekle kalmamış, “Tevhid kelimesinin yücelmesi” uğruna tüm “dünyevi değerler”i bir kenara iterek şâhitliğini kanın ile sulamışsındır.
Nasıl olsa bir gün ölüp gideceğiz, değil mi? Ölümden sonra âkıbetimizin ne olacağını biliyor muyuz?
Ah, bir bilebilsek; geride, “eşim Allah için şehid oldu!” diyen gururlu eşler bırakabilmek ne güzeldir! Ah, bir bilebilsek; geride, “gözü yaşlı, ama ‘evladım şehid oldu’ diyerek yüreği mutlulukla dolmuş bir ana” bırakabilmek ne güzeldir! Ah, bir bilebilsek; geride, erkekliğe sığdıramayıp ağlayamadığından gözyaşlarını yüreğinin derinliklerine akıtan; ama“benim evladımm Allah için canını verdi” gururunu taşıyan bir baba bırakabilmek ne güzeldir! Ah, bir bilebilsek; geride, “benim babam, annem Allah için şehid oldu; ben bir şehid evladıyım; ben, hayatımı Allah’ın şâhidi olarak yaşayacağım” diyen evlatlar bırakabilmek ne güzeldir! Ah, bir bilebilsek; geride, “benim arkadaşım, can dostum Allah için şehid oldu”diyen dostlar bırakabilmek ne güzeldir!
Neler için ölmüyoruz ki! Malımız için ölüyoruz... Paramız için ölüyoruz... Toprağımız için ölüyoruz... Ülkemiz için ölüyoruz... Menfaatimiz için ölüyoruz! Fani dünyamız için ölüyoruz!
Hemen şimdi kalbine dön, yüreğinin derinliklerine in ve sor kendine... Hani, her şey için ölüyoruz ya...
Peki, Allah için ölüyor muyuz? Allah’ın rızasını kazanmak için ölüyor muyuz?Ebedi mutluluk diyarı olan Cennet için ölüyor muyuz! Tevhid kelimesinin yücelmesi için ölüyor muyuz? Allah’ın adı yüce olsun diye, Kur’an’ın hükmü hayata âmir olsun diye, müslümanlar zilletten kurtulup lâyık oldukları izzete kavuşsunlar diye ölüyor muyuz? Söyle ey mü’min kardeşim, ölümsüzlüğe ölüyor muyuz?
Nasıl olsa ölmeyecek miyiz? Nasıl olsa bu dünya hayatı sona ermeyecek mi? Peki, dünyevi çıkarlar için verdiğimiz canı niçin Allah için vermiyoruz?Bu can bu bedenden nasıl olsa çıkacak, bari Allah için çıksın, değil mi?
Hadi gelin, ölümsüzlüğe ölelim! Şehâdete... Bunun için, hayatımızı bir “şâhid” olarak yaşayalım.
Eğer “yaşayan bir şehid” olursan, şehadetinde sonsuzluğu yaşarsın!
Selam olsun “şehâdetin âşıkları”na!...
Yasaların meşruiyeti için ana kriterler
Yasalar niçin yapılır, amaç nedir? Yasalar neyi sağlar? Yasa ile hukuk arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu ve benzeri suallar “hayatın tanımlanması” bakımından çok önemli. Özellikle de “gayrimeşru yasalar” olması halinde, “yasaların meşruiyeti” konusu daha da önemli.
Hukuk, kendini “yasalar”la gösterir; lâkin her yasa hukuk/hukuki değildir.Bazan öyle olur ki, hukuk yasalarla mahkûm edilebilir ve yasaların tasallutu altına giren hukuk, zalim yönetimleri meşrulaştıran birer mekanizmaya dönüşebilir. O halde önce yasaların hukuki olması lazımdır;“hukuk”un yasalarla biçimlendirilmemesi, bilâkis yasaların hukuka dayalı ve hukukun nasıl tatbik edileceğini gösteren uygulama biçimleri olarak yapılması gerekir.
Bu konunun önemi, “hukuk” ile “iktidar” arasındaki sıkı münasebetler nedeniyle daha bir önem taşır. Zira; kimi sistemlerde yasalar “iktidarın gücü”nü belirler, yani iktidarın gücü yasalarla nitelik/belirlilik kazanır; bazı sistemlerde yasaları iktidarın gücü belirler, yani nitel ve nicel ölçekte yasaları belirleyen ve kontrol eden, iktidarın gücüdür; kimi sistemlerde ise yasalar ile iktidarın gücü başka kaynaklardan beslenir ve başka amaçlara hizmet eder, iktidarın gücü niteliğini etkilemeksizin yasaların amaçlarını gerçekleştirmek üzere tatbikine, yasalar da gücünü kutsallaştırmaksızın iktidarın meşruiyetine yardımcı olur.
Her üçünün ortak noktasının, “yasaların uygulanması için iktidar gücüne, iktidarın da meşruiyet için yasal çerçeveye ihtiyacının olduğu”nu görmüşsünüzdür. Haliyle şu üç suale verilecek cevap, hem“rejimin/sistemin niteliği”ni, hem de “iktidarın eylemlerinin mahiyeti/meşruiyeti”ni ifade için özel bir önemi haiz olacaktır.
1- Siyasal sistemi değiştirmeden yasaları değiştirmek mümkün mü?
2- Yasalar değiştirilerek siyasal sistem değiştirilebilir mi?
3- Yasaların hiç değiştirilemeyecek bir özü var mı?
Kesin olan şu: Siyasal rejimin/sistemin yasaları belirlemesi durumunda, yasaları değiştirerek siyasal rejimi/sistemi değiştiremezsiniz. Çünkü böyle bir rejimde/sistemde hem siyasal rejim/sistem yasalara üstün ve egemendir ve yasalardan doğrudan etkilenmez; hem de yasalar, siyasal sistemi koruyacak nitelikte yapıldığından değiştirilemez. Ancak bu son durum, yasaların olması gereken amaçlarına ters düşer. Zira yasaların asıl amacı, niteliği her ne olursa olsun, siyasal rejimi/sistemi korumak olmamalıdır.
Diğer açıdan baktığımızda, yani yasaların siyasal sistemi belirlemesi durumunda, yasaları değiştirerek siyasal sistemi değiştirmek mümkündür.Çünkü böyle bir sistemde hukuk egemendir, hukukun somut metinleri olan yasalar, hem hukuktan beklenenleri karşılar, hem de yine hukukun düzenleyeceği siyasal rejimi/sistemi şekillendirip yönlendirir.
Şimdi yasaların meşruiyet için hangi amaçları taşıması gerektiğine değinebiliriz.
Özel amaca hizmet eden yasalar, genellikle “siyasal rejimlerin/sistemlerin hukuka egemen olduğu ve hukuka rağmen icraatta bulunduğu, yasaların siyasal sistemin bekçisi olduğu, iktidarın gücüne meşruiyet kazandırma işlevi yürüttüğü zeminler”de görülür. Burada önemli olan, sözkonusu “özel amaç”ın neye hizmet ettiğidir.
Yasaların asıl amacı “genel amaçlar”dır. Bunları; “adalet”i sağlamak, “hak”kı sahibine iade etmek, “sosyal denge”yi kurmak ve korumak, “toplumsal barış”ı sağlamak, “sosyal kimlik”in yozlaşmasının önünü almak, “toplumsal uyum”u gerçekleştirmek, “temel hak ve hürriyetler”i güvence altına almak, “rejim-halk uyumlaşması”nı sağlamak, “zorbalığı ve despotizmi” önlemek, “iktidarın gücü”nü sınırlandırmak ve kontrol altında tutmak, “eşitsizlikler”i “sosyal çözülme”ye yol açmayacak düzeyde tutmak, “sosyal ahlâk”ı koruyup baskın olmasını sağlamak şeklinde sıralayabiliriz.
İşte, “hukuk egemen bir toplum”da, siyasal rejime/sisteme meşruiyet kazandıracak yasaların genel amaçları, asgari bu nitelikleri taşımalıdır. Bunlar, aynı zamanda yasaların bizatihi meşruiyeti için de olmazsa olmaz ana kriterlerdir; bu asgari nitelikleri taşımayan yasalar meşruiyet vasfını haiz olamazlar. Nitekim uygulamada “hukuk” ile “yasa” farklılaşabiliyor; her yasa “hukuk kuralı” işlevi görmeyebiliyor.
Hukuki olsun ya da olmasın, yasalar, toplumu zapt-u rapt altına alabilir, toplumda belli bir düzen/dirlik sağlayabilir. Ancak aslolan, “toplumsal ve bireysel mutluluk”un sağlanmasıdır. Bunun yolu “dirlik”ten çok, “hürriyet”tir. Zira insanlar “dirlik” olmadan da mutlu olabilir, ancak “hürriyet” olmadan, hiçbir dirlik ne “adalet”i sağlayabilir, ne de “mutluluk”u...
Elbette “toplumun dirliği önemsizdir” demiyorum; ancak “hürriyeti feda eden bir dirlik”, ya da “dirliği feda eden bir hürriyet” seçenekleri karşısında, “hürriyetten yana” tercih belirtiyorum. Bir de, yasalarla “sosyal/kültürel kimlik” belirlemenin yasaların zulüm aracına dönüşmesine yol açacağını, tam aksine yasaları “sosyal/kültürel kimlik”in belirlemesi gerektiğini hatırlatıyorum.
Bir devlette, “yasalar”ın “güç kaynakları”yla birleşmesinden oluşan zorbalıkla da iktidar olunabilir; ancak devletin yaşama sırrı “iktidarın gücü”nde değil, “yasaların niteliği”nde, “hukuk”a uygun olup olmamasında saklıdır.
YENİAKİT / Faruk Köse
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder