Geçmişte Saddam Irak petrollerini millileştirmek yerine ABD şirketlerine vermiş
olsaydı; Irak’ın işgali şöyle dursun, Saddam’a “Nobel Ödülü” bile verilirdi.
Terörist Hıristiyan Batı çifte standartlıdır. İnsan hakları ve hukukun
üstünlüğü konusunda münafıktır. Bu değerleri savunur görünür ama menfaat gereği
bu değerleri görmezlikten gelir. Batı için Demokrasi, Mekkeli müşriklerin
helvadan yaptıkları putlarına benzer. Batı acıktığında Demokrasi putunu
afiyetle yer. Bu konuda Suriye ve Mısır’da yaşananlar sadece bir damladır.
Geçmişte yani sömürgecilik sisteminde o ülkede işgal orduları bulunurdu. Şu
anda küresel sistemde işgal ordusu tepkilere sebep olur. Ayrıca pahalıdır.
Şimdi ise çoğu üniversiteli gençler olmak üzere birtakım insanların ceplerine
dolar ve Euro konularak ve yağmur gibi kullandıkları havai fişek,
molotofkokteylerini vererek o ülkeyi yakıp yıkıyorlar. İslâm coğrafyasında
yaşayanların umutlarını yıkmak ve yakmak, şeytan Amerika ve avanelerinin daimi
işidir.
İslâm coğrafyasında
Amerika ve müttefikleri Müslümanların kanlarını döküyorlar, yer altı ve yerüstü
servetlerini talan ediyorlar. Başka bir ifadeyle faizli bankalar vasıtasıyla
Müslümanların kanlarını içiyorlar ve etlerini de yiyorlar. Onlar insanlığa
savaş ve vahşeti, kan ve gözyaşını, yalanı ve talanı armağan etmişlerdir. Ne
kadar Müslüman Arap, Türk, Kürt ölürse Amerika o kadar sevinir. Müslümanın
ölümü Amerika’nın bayramıdır. Amerika’nın ve müttefiklerinin sevilecek ve
sevdalanacak hiçbir yanları ve yönleri yoktur. Ama ne yazık Müslümanlar bunun
farkında değildirler. Asrımızda Hıristiyan dünyayı temsil edenPapa’nın“Müslümanlar,
yılbaşını Biz’den daha iyi kutluyor” sözü; Rabbim Allah (cc), Kitabım
Kur’ân, Dinim İslâm, Peygamberim Muhammed Rasûlüllah (sav) diyen, böyle inanan
tüm Müslümanlar için hem bir ibret ve hem de bir zillet belgesidir.
Batılılaşma, Osmanlı
devrinde itikadi çürümenin ve erimenin bir sonucu olarak Müslümanlara sirayet
etmiş olan bir hastalıktır. Batılılaşma hastalığı, 16. yüzyılda zirveye vardı.
Batılılaşma; İslâm’a ve İslâmî değerlere ve değerlendirmelere rağmen Batı
taklitçiliğine ve kitlesel savrulmaya denir. Genelde İslâm coğrafyasında,
özelde ise Türkiye’de kitlesel yenilenme ve değişimde; Avrupalı
olmak, yaşamda Batılı toplumlara benzemek, Cumhuriyetçi neslin sevdası
olmuştur. Batı’dan gelen, Batı’dan getirilen her şeye iyi ve güzel gözüyle
bakılmış, Allah’ın indirdiği dinden kaynaklanan değerlere, yapılara ve
yapılanmalara da kötü ve çirkin gözüyle bakılmıştır. Artık İslâm
coğrafyasında laikliğe iman etmiş demokrat sağcı ve solcu müşrikler için Batılı
gibi yaşamak, Batılı’ya benzemek, Batı’dan olmak, Batılıolmak ve Batı’ya
sığınmak, âmentü umdelerinden sayılıyor.
Batı denilen küresel
Firavun İslâm topraklarında kurmuş olduğu Terörist Yahudi Üssü İsrail’in eliyle
ve bahanesiyle Müslümanların nüfusunu azaltmak için gayri insani her yolu
kullanıyor. Şunu bilelim ki; İsrail’in Hain Planlarından birisi de Arz-ı Mevud
ve Nüfus Azaltma projesidir.
Terörist Yahudi Üssü
İsrail’in uzun vadeli hedefi; Arz-ı Mevuddur. Arz-ı Mevudun birinci merhalesi
Filistin’e yerleşmek, ikinci merhalesi devletleşmek, üçüncü merhalesi ise Nil
ile Fırat’ın arasını ele geçirmektir. İslâm coğrafyasında yürütülen nüfus
planlanması çalışmalarının arkasında Terörist Yahudi Üssü İsrail vardır.
Dünyada kendisini
İsrail’in güvenliğini sağlamaya ve egemenlik alanını genişletmeye adamış şeytan
Amerika’nın “Dünya Nüfusunu Azaltma” projesi vardır. Bu projenin ilk safhasını
İslâm coğrafyası teşkil etmektedir. Bugün İslâm coğrafyasında sürdürülmekte
olan birçok çatışmanın öncelikli amaçlarından birisi de, Müslümanların nüfusunu
azaltmaktır. Evrensel çapta yapılan nüfus sayımlarının neticesine bakıldığında
görülecektir ki; Batı’nın nüfusu her yıl biraz daha azalıyor. Müslümanların
nüfusu ise çoğalıyor. Bu gidişata göre istikbalde yeryüzünün varisleri,
idarecileri Müslümanlar olacaklardır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Batı bu durumu
gördü, değerlendirdi ve çare olarak Müslüman nüfusun acilen azaltılmasına karar
verdi. Bugün İslâm coğrafyasında küresel katil Amerikan destekli işgaller,
istilâlar, talanlar, savaşlar, hava destekli bombalı operasyonlar hep bunun
içindir. Şeytan Amerika Müslüman Türk’ü de sevmez, Müslüman Kürd’ü de sevmez,
Müslüman Arab’ı da sevmez. Şeytan Amerika ve avaneleri bu dünyayı kimseyle
paylaşmak istemiyorlar. Bunun için icad ettikleri terör örgütleri vasıtasıyla,
öldürücü silahlarla nesli ve ekini helak etmeye çalışıyorlar. Rabbimiz haber
veriyor: “Ve insanlardan, dünya hayatında sözü senin hoşuna giden kimseler
vardır. Ve kalbinde olana, Allah’ı şahit tutar, (oysa) O, hasımların
(düşmanların) en azılısıdır.” (Bakara Sûresi/ 204)
“Ve iş başına geçtiğine
(veya sırtını dönüp gittiği) zaman, yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli
helâk etmek (yok etmek) için çalışır. Ve Allah fesadı sevmez.” (Bakara
Sûresi/205)
Münkir ve Müşrikler,
Yahudi ve Hıristiyanlar, Münafık ve Mürtedler iş başına, iktidara geldikleri,
dünya liderliğini ele geçirdiklerinde; dünya halklarını istedikleri gibi
yönlendirmek için ülkelerde fesadı yayarlar, terör örgütleri ortaya çıkarırlar,
Müslüman halkları terör örgütlerinin kontrolüne mahkûm ederler, insanların
kazanç ve gelir düzeylerini bozmak için tabiatı, toprağı tahrip edip ürün
veremez hale getirirler, nesillere hayat hakkı tanımamak için tohumları,
bitkileri, ürünleri bozma planlarını uygulamaya koyarak küresel müşrik
sistemlerini yürürlükte tutarlar. Şunu bilelim ki; “Küresel Müşrik
Sistem”in beyni İngilizler, sopası Amerikalılar, karakolu ise İsraillilerdir.
Bunların ve müttefiklerinin tek amaçları; İslâm’sız ve Müslümansız bir dünyada
yaşamaktır. Bunun için İslâm coğrafyasında savaşları başlatmışlar ve yine
bundan dolayı da savaşları sürdürmektedirler.
YENİ AKİT / Mustafa Çelik
İMF ve Dünya Bankası ise bu düzenin mali ve ekonomik açıdan
istikrarını ve sürdürülebilirliğini temin amacıyla faaliyet gösterir. Mevcut
Dünya düzeninin en önemli uluslararası mekanizmaları bunlar olmakla birlikte,
düzenin ince ayarlarını yapmak için başka örgütler ya da kuruluşlar da
çalışmaktadır.
BM’nin 200 civarındaki üyesi ne derse desin neticede bu örgütün patronu ve veto yetkisi olan 5 daimi üye son sözü söyler. Yer yer bu 5 daimi üyeler arasında tribünleri yanıltmak veya yönlendirmek için kayıkçı kavgaları da olur. Yani danışıklı dövüşler.. Suriye konusunda olduğu gibi..
Dünya düzeni, bu beş daimi üye ve bu üyelerin ortağı veya korumasındaki diğer ülkelerin menfaatleri istikametinde tutulmaya çalışılır. Bu ülkelerin menfaati tehlikeye girerse adına “Uluslararası camia” denilen mekanizmalar ayağa kalkarlar. Amaç asla, dünyada eşitliği, adaleti, güvenliği, huzuru ve refahı sağlamak değildir. Savunulan ilkeler, sadece kağıt üzerindedir. Bu ilkeler, dünya düzenini yürütenlerin şirin ve süslü birer kırbaçlarıdır. Hedef ülkeler veya halkların en ufak hataları en ağır şekilde cezalandırılırken, bu ilkeleri savunanların, kendi sömürü düzenlerini korumak için milyonları aşan katliamları, yazılı ilkelerin hayata geçirilmesi için yapılmış gibi gösterilir. Afganistan’da, Irak’ta yapılanlar, bunun en yakın, en sıcak örnekleridir. Yani “Uluslararası camia” olarak anılan bu mekanizmalar, aslında zalimin zulmüne meşruiyet sağlamak, haksızlıklarına kılıf üretmek için çalışırlar. Temel amaçları budur.
Varlık nedeni bu olan örgütlerin dünyadaki zulme, haksızlığa veya önemli problemlere çare üretmelerini beklemek son derece beyhude bir beklentidir ve bu şartlarda hiçbir zaman da gerçekleşmeyecektir. Bütün ülkelerin üye olduğu BM’de 5 ülkeye veto hakkı tanınmış olunması zaten dünyadaki zulmün ve tüm haksızlıkların temelidir. Bu yetkinin bizatihi kendisi zaten vicdani ve insani olarak meşru değildir. Yukarda sıraladığımız uluslararası örgütlerin hepsi de Müslümanlara, karşı veya mesafeli kuruluşlardır. Bu kuruluşların tüzüğündeki veya sözleşmesindeki süslü ve yaldızlı cümleler bu iddiamızı çürütemez. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Uygulamanın neredeyse hepsi bu iddiayı destekler niteliktedir.
Ama ne yazık ki henüz dünyada bu tarz örgütlerin rakipleri veya alternatifleri yoktur. Öyle olduğu için de dünyanın bir yerinde sıkıntı olsa hemen BM göreve çağırılır. BM toplanır. Ama her defasında veto yetkisi olanların menfaatleri yönünde kararlar çıkar. Çünkü farklı bir karar çıkması BM’nin yapısı gereği mümkün değildir.
Afganistan’da ve Irak’ta Haçlı koalisyonunun işgaline kılıf ve meşruiyet üretmekten başka bir şey yapmayan, 3 senedir Suriye’de 120 binden fazla insanın katledilmesini, milyonlarca mülteci ve yaralının dramının BM tarafından sadece seyredilmesini başka nasıl izah edebiliriz? Mısır’da, demokrasiyle, seçimle gelen yönetimi deviren darbeyi BM’nin patronları nasıl karşıladılar hepimiz gördük. Dünyanın lideri görülen ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, “Darbecilerin demokrasiyi tesis ettiklerini” söyledi gözlerimizin içine bakarak.. Aynı ABD, Türkiye’de demokrasi defalarca yere seren 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini de organize etmemiş miydi? 27 Nisan bildirisini yayınlayanları kim motive etmişti. 65 yıldan beri Filistinlileri esir alan yüzbinlerce Müslümanı katleden İsrail’i kim destekliyor? Gazze’de seçimle iş başına gelen HAMAS’ı kim terörist ilan etmişti. Mısır’da seçimle gelen İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü olarak görmüyorlar mı? Bütün bunlar, bu “Uluslararası camia” açısından bir çifte standart değil, kuruluş felsefelerinin icrasıdır. Bunu böyle görmemiz gerekir. Kendimizi avutmak istiyorsak ayrı.. Ama gerçekçi olacaksak durum budur.
Suriye diktatörü kendi halkına kimyasal silah kullanıyor. Binlerce insan ölüyor. “Uluslararası camia” sadece laf üretiyor, dünyayı oyalıyor, katillere zaman kazandırıyor. Mısır’da darbeciler, seçilmiş devlet başkanına darbe yapıp cezaevine atıyor. Devrik diktatörü mahkemede beraat ettiriyor. “Şiddet dışı yöntemlerle” protesto hakkını kullanan darbe karşıtlarını keskin nişancılarla avlatıyor. Darbe karşıtı örgütlerin neredeyse tüm etkin liderlerini hapse attırıyor. Bu liderlerin tek tek çocukları öldürülüyor. İbadet eden masum insanların üzerine hedef gözetmeksizin yaylım ateşi ediliyor. Ama bu “Uluslararası camianın” “gık”ı çıkmıyor. Darbecilere katliam ve başarı için örtülü destek ve zaman tanıyorlar.
Bu gerçeği hepimizin görme zamanı geldi ve geçiyor artık. Yakınma ve şikayet etme acziyetini bir yana bırakmak, kendi çözümümüzü ortaya koymak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar yönlerini Batıya çevirseler bile Batı onları her zaman başkası olarak gördü. Kendinden görmedi. Hep düşman olarak gördü. Bunun istisnaları olabilir. Ancak genel durum böyle. Bu gerçeği tüm Müslümanların görmeleri ve ona göre de pozisyonlarını belirlemeleri gerekiyor. Karşımızda medeni bir Batı yok. aksine medeni kisvesine bürünmüş bir “Vahşi Batı” var. Yakın tarih de bunu gösteriyor, daha öncesi de..
Müslüman ülkelerin halklarının önce, başlarındaki güdümlü yönetimleri değiştirmekle işe başlamaları gerekiyor. Sonra da Müslüman ülkelerin ve Müslüman halkların kendi aralarında dayanışmaya geçerek uluslararası teşkilatlanmalarını tamamlamaları icap ediyor. İİT ve Arap Birliği gibi üyeleri Müslüman ülkelerden oluşan örgütlerin mevcut yapıları ile elde edebilecekleri bir başarı zor görünüyor. Ancak bu örgütleri hızla yeniden yapılandırılırlarsa Müslüman halkaların dünyada ezilmeleri biraz olsun azalabilir.
Müslüman ülkelerin siyasi, sosyal, güvenlik, finans, ekonomi ve yayıncılık alanında uluslararası örgütlerini hayata geçirmeleri bu konularda Batı kurumlarına bağımlılıktan kurtulmaları gerekiyor. Bunu dini alanda da çatı bir kuruluşla hayata geçirmek kaçınılmaz bir ihtiyaç durumundadır. Bu gün Hıristiyan aleminin başı olan Vatikan’ın bir karşılığı İslam dünyasında mevcut değildir. Hıristiyan Batı Katolik Vatikan’ı normal ve gerekli görürken Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafetin kaldırılmasını mecbur tutmuş ve kaldırılmasını da alkışlamıştır.
İslam dünyası için böyle bir yapı artık bir zorunluluktur. Kastettiğimiz şey Osmanlı ailesinden birinin halife yapılması değildir. İslam toplulukların müşterek bir Müslümanlık yorumunu sağlamak için müşterek aklı ortaya koyacak uluslararası, daha da doğrusu Müslümanlar arası, kolektif bir kurumu ihya etmektir. İnsanlar sadece etten, kemikten ibaret değildir. İnsanlar sadece fiziki güvenlikleri için hassasiyet göstermiyorlar. Nesillerinin, mefkurelerinin ve inançlarının güvenliğini de önemsiyorlar. Günümüz dünyasında insanların bunu tek başlarına sağlamaları da mümkün değildir. O nedenle Müslümanlar arasında vifak ve ittifakı koruyacak ve sağlayacak, ihtilafları ortadan kaldıracak, barışı, istikrarı ve refahı gözetecek bir mekanizma zaruri bir ihtiyaç halindedir. Suriye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler bunun ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu bir kere daha teyit etmiştir.
Eğer Müslümanlar kendi çatı örgütlerini aktif hale getirir veya yeniden kurarlarsa dünyadaki mevcut uluslararası örgütleri de daha rahat değişime zorlayabilirler. Ya da onların gücünü, etkinliğini kırabilir, etkisizleştirebilirler. Ortak hareket eden Hıristiyan veya Gayri Müslim dünyaya karşı İslam ülkeleri tek tek başa çıkmaya çalışırlarsa ki şu anda yaşanan budur. Netice ortadadır.
Ne acı ki Müslüman ülkeler, içine düştükleri krizden Hıristiyan ülkelerin ipine sarılarak kurtulmaya çalışmaktadırlar. Onların nasıl hareket ettiklerini ise yukarda anlatmaya çalıştık. Bu bir kısır döngüdür. Eğer düzeltilmezse bu kısır döngü devam edecektir.
Zaman geçirmeden bir yerden başlamak gerekiyor. Bu pilav çok su kaldırır. O nedenle hepimiz bu konu üzerinde kafa yormalıyız. Ciddi projeler geliştirmeliyiz. Çünkü Dünya, din ekseninde hızlı bir kutuplaşma trendindedir. Tarihe baktığımızda bu tür kutuplaşmaların zirvesi büyük ve sıcak savaşlara yol açmıştır. Bu savaşların neticesinde ise küresel dengeler kurulmuş ve uluslararası düzen yeniden belirlenmiştir. Bütün işaretler dünyanın böyle bir sürece girdiğini gösteriyor. Bu bir “şom ağızlık” değildir. Yaşanan hadiselere dair iyimser yorumlar elbette insanlara hoş gelebilir. Ancak bu, gerçeği yansıtmaz.
Bunları dile getirirken böyle bir savaşı elbette temenni etmiyoruz. Umarız böyle bir durum olmaz. Fakat gerçekçi olacaksak, Dünya hızla büyük bir hesaplaşmaya gidiyor. Bu hesaplaşmaya hazırlıklı olmak gerekir. Eğer böyle bir savaş veya çatışma olursa bu hususta da asla karamsar değiliz. Böyle bir savaşı Gayri Müslim Batı’nın kazanma şansı çok zayıf. Her ne kadar şu anda Müslüman topluluklar olumsuz bir tablo içinde isler de aslında gayri Müslim topluluklar özellikle toplumsal açıdan çok daha acıklı durumdadır. Siyasi ve teknolojik üstünlükleri nedeniyle bunu şimdilik gizleyebiliyorlar. Ancak çıkacak büyük bir savaş, onların toplumsal çürümüşlüklerini kolayca ortaya çıkaracak ve siyasi ve teknolojik üstünlüğün onları zafere kavuşturmaları mümkün olmayacaktır.
Uzun ve detaylı bu olan konuda son cümle olarak şunu söyleyebiliriz. Silah ve teknolojiyi parayla satın alabilirsiniz. Onu kullanacak insan gücünü alamazsınız. Afganistan ve Irak’ta ABD ve koalisyonunun durumu ortada.
Bizim en büyük gücümüz her şeyi görebilen toplumsal şuurumuz olacaktır. Hızla bu konudaki eksiklerimizi tamamlamamız gerekiyor. Bu değer, birilerinin nükleer silahından çok daha etkili bir değerdir. Bu gün Beşşar Esad’ın kimyasal silahı kitlesel ölümleri getirse bile ona karşı toplumsal direnci zirveye çıkarmakta, Başbakan Erdoğan’ın Mısır’da darbeciler tarafından katledilen Esma’ya döktüğü gözyaşı ise dünya çapında kitleleri fethetmektedir.
Yani dünyada kurşunu eriten gözyaşı gibi etkili silahlar da vardır. Bu konuda esas korkuyu Batı dünyası yaşamaktadır. Onun için de Batı ve müttefikleri Suriye ve Mısır’da katliamları desteklemektedir. O halde biz ne yapmalıyız?
Alper TAN
BM’nin 200 civarındaki üyesi ne derse desin neticede bu örgütün patronu ve veto yetkisi olan 5 daimi üye son sözü söyler. Yer yer bu 5 daimi üyeler arasında tribünleri yanıltmak veya yönlendirmek için kayıkçı kavgaları da olur. Yani danışıklı dövüşler.. Suriye konusunda olduğu gibi..
Dünya düzeni, bu beş daimi üye ve bu üyelerin ortağı veya korumasındaki diğer ülkelerin menfaatleri istikametinde tutulmaya çalışılır. Bu ülkelerin menfaati tehlikeye girerse adına “Uluslararası camia” denilen mekanizmalar ayağa kalkarlar. Amaç asla, dünyada eşitliği, adaleti, güvenliği, huzuru ve refahı sağlamak değildir. Savunulan ilkeler, sadece kağıt üzerindedir. Bu ilkeler, dünya düzenini yürütenlerin şirin ve süslü birer kırbaçlarıdır. Hedef ülkeler veya halkların en ufak hataları en ağır şekilde cezalandırılırken, bu ilkeleri savunanların, kendi sömürü düzenlerini korumak için milyonları aşan katliamları, yazılı ilkelerin hayata geçirilmesi için yapılmış gibi gösterilir. Afganistan’da, Irak’ta yapılanlar, bunun en yakın, en sıcak örnekleridir. Yani “Uluslararası camia” olarak anılan bu mekanizmalar, aslında zalimin zulmüne meşruiyet sağlamak, haksızlıklarına kılıf üretmek için çalışırlar. Temel amaçları budur.
Varlık nedeni bu olan örgütlerin dünyadaki zulme, haksızlığa veya önemli problemlere çare üretmelerini beklemek son derece beyhude bir beklentidir ve bu şartlarda hiçbir zaman da gerçekleşmeyecektir. Bütün ülkelerin üye olduğu BM’de 5 ülkeye veto hakkı tanınmış olunması zaten dünyadaki zulmün ve tüm haksızlıkların temelidir. Bu yetkinin bizatihi kendisi zaten vicdani ve insani olarak meşru değildir. Yukarda sıraladığımız uluslararası örgütlerin hepsi de Müslümanlara, karşı veya mesafeli kuruluşlardır. Bu kuruluşların tüzüğündeki veya sözleşmesindeki süslü ve yaldızlı cümleler bu iddiamızı çürütemez. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Uygulamanın neredeyse hepsi bu iddiayı destekler niteliktedir.
Ama ne yazık ki henüz dünyada bu tarz örgütlerin rakipleri veya alternatifleri yoktur. Öyle olduğu için de dünyanın bir yerinde sıkıntı olsa hemen BM göreve çağırılır. BM toplanır. Ama her defasında veto yetkisi olanların menfaatleri yönünde kararlar çıkar. Çünkü farklı bir karar çıkması BM’nin yapısı gereği mümkün değildir.
Afganistan’da ve Irak’ta Haçlı koalisyonunun işgaline kılıf ve meşruiyet üretmekten başka bir şey yapmayan, 3 senedir Suriye’de 120 binden fazla insanın katledilmesini, milyonlarca mülteci ve yaralının dramının BM tarafından sadece seyredilmesini başka nasıl izah edebiliriz? Mısır’da, demokrasiyle, seçimle gelen yönetimi deviren darbeyi BM’nin patronları nasıl karşıladılar hepimiz gördük. Dünyanın lideri görülen ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, “Darbecilerin demokrasiyi tesis ettiklerini” söyledi gözlerimizin içine bakarak.. Aynı ABD, Türkiye’de demokrasi defalarca yere seren 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini de organize etmemiş miydi? 27 Nisan bildirisini yayınlayanları kim motive etmişti. 65 yıldan beri Filistinlileri esir alan yüzbinlerce Müslümanı katleden İsrail’i kim destekliyor? Gazze’de seçimle iş başına gelen HAMAS’ı kim terörist ilan etmişti. Mısır’da seçimle gelen İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü olarak görmüyorlar mı? Bütün bunlar, bu “Uluslararası camia” açısından bir çifte standart değil, kuruluş felsefelerinin icrasıdır. Bunu böyle görmemiz gerekir. Kendimizi avutmak istiyorsak ayrı.. Ama gerçekçi olacaksak durum budur.
Suriye diktatörü kendi halkına kimyasal silah kullanıyor. Binlerce insan ölüyor. “Uluslararası camia” sadece laf üretiyor, dünyayı oyalıyor, katillere zaman kazandırıyor. Mısır’da darbeciler, seçilmiş devlet başkanına darbe yapıp cezaevine atıyor. Devrik diktatörü mahkemede beraat ettiriyor. “Şiddet dışı yöntemlerle” protesto hakkını kullanan darbe karşıtlarını keskin nişancılarla avlatıyor. Darbe karşıtı örgütlerin neredeyse tüm etkin liderlerini hapse attırıyor. Bu liderlerin tek tek çocukları öldürülüyor. İbadet eden masum insanların üzerine hedef gözetmeksizin yaylım ateşi ediliyor. Ama bu “Uluslararası camianın” “gık”ı çıkmıyor. Darbecilere katliam ve başarı için örtülü destek ve zaman tanıyorlar.
Bu gerçeği hepimizin görme zamanı geldi ve geçiyor artık. Yakınma ve şikayet etme acziyetini bir yana bırakmak, kendi çözümümüzü ortaya koymak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar yönlerini Batıya çevirseler bile Batı onları her zaman başkası olarak gördü. Kendinden görmedi. Hep düşman olarak gördü. Bunun istisnaları olabilir. Ancak genel durum böyle. Bu gerçeği tüm Müslümanların görmeleri ve ona göre de pozisyonlarını belirlemeleri gerekiyor. Karşımızda medeni bir Batı yok. aksine medeni kisvesine bürünmüş bir “Vahşi Batı” var. Yakın tarih de bunu gösteriyor, daha öncesi de..
Müslüman ülkelerin halklarının önce, başlarındaki güdümlü yönetimleri değiştirmekle işe başlamaları gerekiyor. Sonra da Müslüman ülkelerin ve Müslüman halkların kendi aralarında dayanışmaya geçerek uluslararası teşkilatlanmalarını tamamlamaları icap ediyor. İİT ve Arap Birliği gibi üyeleri Müslüman ülkelerden oluşan örgütlerin mevcut yapıları ile elde edebilecekleri bir başarı zor görünüyor. Ancak bu örgütleri hızla yeniden yapılandırılırlarsa Müslüman halkaların dünyada ezilmeleri biraz olsun azalabilir.
Müslüman ülkelerin siyasi, sosyal, güvenlik, finans, ekonomi ve yayıncılık alanında uluslararası örgütlerini hayata geçirmeleri bu konularda Batı kurumlarına bağımlılıktan kurtulmaları gerekiyor. Bunu dini alanda da çatı bir kuruluşla hayata geçirmek kaçınılmaz bir ihtiyaç durumundadır. Bu gün Hıristiyan aleminin başı olan Vatikan’ın bir karşılığı İslam dünyasında mevcut değildir. Hıristiyan Batı Katolik Vatikan’ı normal ve gerekli görürken Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafetin kaldırılmasını mecbur tutmuş ve kaldırılmasını da alkışlamıştır.
İslam dünyası için böyle bir yapı artık bir zorunluluktur. Kastettiğimiz şey Osmanlı ailesinden birinin halife yapılması değildir. İslam toplulukların müşterek bir Müslümanlık yorumunu sağlamak için müşterek aklı ortaya koyacak uluslararası, daha da doğrusu Müslümanlar arası, kolektif bir kurumu ihya etmektir. İnsanlar sadece etten, kemikten ibaret değildir. İnsanlar sadece fiziki güvenlikleri için hassasiyet göstermiyorlar. Nesillerinin, mefkurelerinin ve inançlarının güvenliğini de önemsiyorlar. Günümüz dünyasında insanların bunu tek başlarına sağlamaları da mümkün değildir. O nedenle Müslümanlar arasında vifak ve ittifakı koruyacak ve sağlayacak, ihtilafları ortadan kaldıracak, barışı, istikrarı ve refahı gözetecek bir mekanizma zaruri bir ihtiyaç halindedir. Suriye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler bunun ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu bir kere daha teyit etmiştir.
Eğer Müslümanlar kendi çatı örgütlerini aktif hale getirir veya yeniden kurarlarsa dünyadaki mevcut uluslararası örgütleri de daha rahat değişime zorlayabilirler. Ya da onların gücünü, etkinliğini kırabilir, etkisizleştirebilirler. Ortak hareket eden Hıristiyan veya Gayri Müslim dünyaya karşı İslam ülkeleri tek tek başa çıkmaya çalışırlarsa ki şu anda yaşanan budur. Netice ortadadır.
Ne acı ki Müslüman ülkeler, içine düştükleri krizden Hıristiyan ülkelerin ipine sarılarak kurtulmaya çalışmaktadırlar. Onların nasıl hareket ettiklerini ise yukarda anlatmaya çalıştık. Bu bir kısır döngüdür. Eğer düzeltilmezse bu kısır döngü devam edecektir.
Zaman geçirmeden bir yerden başlamak gerekiyor. Bu pilav çok su kaldırır. O nedenle hepimiz bu konu üzerinde kafa yormalıyız. Ciddi projeler geliştirmeliyiz. Çünkü Dünya, din ekseninde hızlı bir kutuplaşma trendindedir. Tarihe baktığımızda bu tür kutuplaşmaların zirvesi büyük ve sıcak savaşlara yol açmıştır. Bu savaşların neticesinde ise küresel dengeler kurulmuş ve uluslararası düzen yeniden belirlenmiştir. Bütün işaretler dünyanın böyle bir sürece girdiğini gösteriyor. Bu bir “şom ağızlık” değildir. Yaşanan hadiselere dair iyimser yorumlar elbette insanlara hoş gelebilir. Ancak bu, gerçeği yansıtmaz.
Bunları dile getirirken böyle bir savaşı elbette temenni etmiyoruz. Umarız böyle bir durum olmaz. Fakat gerçekçi olacaksak, Dünya hızla büyük bir hesaplaşmaya gidiyor. Bu hesaplaşmaya hazırlıklı olmak gerekir. Eğer böyle bir savaş veya çatışma olursa bu hususta da asla karamsar değiliz. Böyle bir savaşı Gayri Müslim Batı’nın kazanma şansı çok zayıf. Her ne kadar şu anda Müslüman topluluklar olumsuz bir tablo içinde isler de aslında gayri Müslim topluluklar özellikle toplumsal açıdan çok daha acıklı durumdadır. Siyasi ve teknolojik üstünlükleri nedeniyle bunu şimdilik gizleyebiliyorlar. Ancak çıkacak büyük bir savaş, onların toplumsal çürümüşlüklerini kolayca ortaya çıkaracak ve siyasi ve teknolojik üstünlüğün onları zafere kavuşturmaları mümkün olmayacaktır.
Uzun ve detaylı bu olan konuda son cümle olarak şunu söyleyebiliriz. Silah ve teknolojiyi parayla satın alabilirsiniz. Onu kullanacak insan gücünü alamazsınız. Afganistan ve Irak’ta ABD ve koalisyonunun durumu ortada.
Bizim en büyük gücümüz her şeyi görebilen toplumsal şuurumuz olacaktır. Hızla bu konudaki eksiklerimizi tamamlamamız gerekiyor. Bu değer, birilerinin nükleer silahından çok daha etkili bir değerdir. Bu gün Beşşar Esad’ın kimyasal silahı kitlesel ölümleri getirse bile ona karşı toplumsal direnci zirveye çıkarmakta, Başbakan Erdoğan’ın Mısır’da darbeciler tarafından katledilen Esma’ya döktüğü gözyaşı ise dünya çapında kitleleri fethetmektedir.
Yani dünyada kurşunu eriten gözyaşı gibi etkili silahlar da vardır. Bu konuda esas korkuyu Batı dünyası yaşamaktadır. Onun için de Batı ve müttefikleri Suriye ve Mısır’da katliamları desteklemektedir. O halde biz ne yapmalıyız?
Alper TAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder