18 Aralık 2014 Perşembe

KİM BU GİZLİ ZINDIKA KOMİTESİ : Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, eserlerinde yüz küsur yerde bu gizli zındıka komitesinden bahsetmiş, talebelerini ve Müslümanları o gizli komiteye karşı uyanık ve tedbirli olma konusunda uyarmıştır.


BEDİÜZZAMAN'IN ZINDIKA DEDİĞİ KOMİTENİN OYUNUNU BOZMALIYIZ
Mahkemece varlığı kabul edilen ve mensupları hakkında çeşitli hapis cezalarına çarptırılan şimdilerde ise tahliye sürecine giren “Ergenekon Örgütü”, memleketimizin bilhassa son seksen-doksan senelik maddi- manevi hayatında çok büyük etkisi oldu. Hatta bu komite, devletin en üst mevkilerini işgal ederek ve devletin de nüfuzunu kullanarak millete zulüm etti. Anayasayı, darbeler yaparak ve kendi keyifleri anlayışında değiştirerek, antidemokratik kanunlarla zulümlerini kanun kılıfına soktular.
Esasen Osmanlının yıkılışında rol alan bu örgüt-komite, Osmanlı sonrası ülkemizin düzenlenmesinde ve kendi gaye ve maksatları istikametinde yani dinsizliği yerleştirmek ve yaymak için kendilerine engel gördükleri herşeyi ve herkesi ortadan kaldırmaya karar verdiler.

Bu durumu Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

“Otuz sene evvel Dar-ül Hikmet a'zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dar-ül Hikmet a'zasından Seyyid Sa'deddin Paşa dedi ki:

"Kat'i bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız" diye senin i'damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et."

Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez" dedim.”(Emirdağ Lahikası-1 sh: 193)

Şimdi Risale-i Nur'un  bazı yerlerinde geçen ve şimdiki gizli çalışan şer odaklarının tarih içerisinde nasıl çalıştıklarını ve nasıl bir tavır takındıklarını gösteren yerleri görmeye çalışalım:    

1. Görünüşte itibar sahibi olan ve hakikatte asıl menfi gayelerini gizleyen bir cereyan, daima hükümeti kandırıp, dindarların ve özellikle Nur talebelerinin kusurlarını araştırıp, cezalandırmaya çalıştığını ifade ediyor. Şu anda medyaya yansıyan haberlere ve savcıların iddialarına göre devletin içerisinde itibar sahibi olup, hükümetleri yanlış yönlendiren bir cereyanın bu gibi faaliyetleri nasıl bir iştahla yaptığı aşikar ortadadır.

"Bu defa, Ayetü’l-Kübra’yı dikkatle ve muarızları nazara alıp okudum. Şüphem kalmadı ki, Risale-i Nur’un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar zaif bahaneler ve sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes’uliyet gördükleri halde, bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem beraatimizi, hem Risale-i Nur’un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta Ayetü’l-Kübra olarak Risale-i Nur’un “Meyve” ve “Hüccetü’l-Baliğa” gibi eczalarındaki harikulade ve sarsılmaz hakikatler, onların dehşetli inatlarını kırmasıdır. Çaresiz mecburiyetle serbestiyetini, beraatimizi resmen kabul etmişler. Fakat yine gizli zındıka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette kendilerini lanetten, nefretten bir derece kurtarmak için, kusurlarımızı arıyorlar ve hükumeti iğfal etmeye çalışıyorlar. Onun için, biz, eskisi gibi ihtiyatımızı elden bırakmamalıyız."(1)

2. Yine bu komiteci ve asıl gayelerini gizli yürüten kişiler, din mensuplarını birbirlerinin aleyhine düşürmeye, Alevi- Sünni, Vehhabi- Sünni ve şu cemaat – bu cemaat gibi suni gündemler vasıtasıyla düşmanlıklarını artırıp, İslam’ı zayıflatmaya çalışmaktadırlar.

"İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabilik damarıyla en ziyade İslamiyeti ve hakikat-i Kur’aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati Alevilikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi İslamiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hatta sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar."(2)


3. Fakirleşen alem-i İslam’ın bu halinden istifade etmeye çalışan gizli din düşmanları tüm alem-i İslam çapında maddi ve manevi bir istilaya girişmişlerdir. Bunlar ortada fazla görünmeyen kişiler olup, taraftarları vasıtasıyla dine zarar vermeye çalışmışlardır.

"Evet, o dalalet ve zındıkanın en azgın devirlerinde Bediüzzaman Said Nursi, daimi nezaret ve tarassut altında ve böyle müthiş ve pek çok ağır şerait içerisinde idi. Nemrutların, Firavunların, Şeddadların ve Yezidlerin yapamadığı zulümlerin envaı Bediüzzaman’a yapılıyordu. Ve yirmi beş sene böyle devam etti.
O zaman alem-i İslam, maddeten fakirdi ve müstevlilerin esaretinde bulunuyordu. Bütün gizli fesat ve dinsizlik komiteleri, hem Türkiye’de, hem alem-i İslamda müthiş faaliyetler yapıyor ve taraftarları onları destekliyor ve hepsi de İslamiyet aleyhinde ittifak ediyorlardı."(3)

4. Müspet hareket eden ve dinlerinde samimi olan dindarlar ve vatanperverlerin aleyhinde herhangi bir hukuki dava açılamaz. Çünkü bu gibi kişi veya teşekküller, devletin işine karışmadıkları veya cinayetleri olmadığından cezaya müstahak olacak halleri de elbette olmaz. Çünkü kanunlar vukuat ile ceza verir, imkanat ile ceza veremez. Fakat kanun dışı iş yapmaya ve karanlıktan beslenen bazı komiteler, resmi memurları aldatmak suretiyle suçları olmayan kişileri daima rahatsız etmişlerdir.



"• Ehl-i hükumetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükumetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşeri ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmi memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var.

Biz de deriz:"

"Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’an’ın kuvvetiyle, Allah’ın inayetiyle kaçmayız. O irtidatkar küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silah etmeyiz!"(4)

"• Ben tahmin ediyordum ki, hakiki ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünkü, evvelce bazı evham yüzünden bir seneden beri ve aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen planlar bunlardır: 

“Tarikatçılık, komitecilik ve dini hissiyatı siyasete alet etmek ve Cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asayişe ilişmek” gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, onların planları akim kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risalede, on sekiz sene zarfındaki mektup ve kitaplarda, hakikat-i imaniyeden ve Kur’aniyeden ve ahiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka birşe  bulmadılar. 

Planlarını gizlemek için gayet adi bahaneleri aramaya başladılar. Fakat hükumetin bazı erkanını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zahir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsılmaz olan Meyve Risalesi onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum."(5)

5. Bu komite ve cereyan, devamlı bir surette hükümeti yanlış yönlendirmekle iş yapmaya ve muhaliflerini bertaraf etmeye çalışmıştır. Fakat hesaba katmadığı bir şey vardı; o da Allah’ın (c.c) ihlasla çalışanlara verdiği inayet ve muvaffakiyettir.

"Bir cilve-i inayet-i Rabbaniye ve bir himayet-i hıfz-ı İlahiyedir ki, Ankara’da ehl-i vukuf heyeti, Risale-i Nur’un hakikatlerine karşı mağlup olup, şiddetli tenkit ve itirazın çok esbabı varken adeta beraatine karar verdiklerini işittim. Halbuki mahremlerin şedit ifadeleri ve müdafaatın dokunaklı meydan okumaları ve Maarif Vekilinin dehşetli hücumu ve ehl-i vukufun heyetinde maarif dairesine mensup ehemmiyetli iki maddi feylesofların ve yeni icadlara tarafdar büyük bir alimin bulunması ve bir seneden beri gizli zındıka komitesi aleyhimize Halk Fırkasını ve Maarifi sevk etmesi cihetiyle, ehl-i vukufun pek şiddetli itirazları ve bizi ağır cezalarla ittiham etmelerini beklerken, himayet ve inayet-i Rahmaniye imdada yetişip onlara Risale-i Nur’un yüksek makamını göstererek, şiddetli tenkitlerden vazgeçirmiş."(6)

Bu cereyan sahipleri ve komiteciler, sadece zamanımızda bulunan birkaç kişi değildir. Bunlar Osmanlı’nın artık yıkılma sinyalleri verdiği tarihlerden itibaren bu vatanda tesirli bir şekilde çalışmış ve kökleri yurt dışında olan organizeli bir komitedir. Bunlar kendi emellerine mani olmaya çalışan herkesi ortadan kaldırmayı adet edinmiş kişilerdir. 

"• Hamisen: Kat’iyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetlerle ve siyasi cereyanlarla hiçbir alakası olmayan Nur talebelerini, cemiyetçilik ve siyasetçilikle ittiham etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslamiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin beraatlarına karar vermişler."(7)

 Hükumet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve vatanın menfaatine çok lüzumu varken beni sıkması ima eder ki, kırk seneden beri benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmi makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükumet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emareler bana endişe veriyor."(8)

"İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli planları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon’un sabık Valisini, Emirdağının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmi hükumetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaif, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçareye o üç resmi memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selam etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selam etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlahi bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi."(9)

6. Üstadımızın talebelerinden Zübeyr Gündüzalp Ağabeyimizin bu ifadelerinden anlaşılacağı gibi, bu milletin ve gençliğin maddi ve manevi mahvolmasına çalışan gizli vatan düşmanlarının varlığı kesindir. Bunlar kendilerine yakın olan o zamanki iktidar partisini kullanarak çok yanlışlıklar işlemişlerdir.

"• Senelerden beri emsaline rastlanmamış, bir feragat-ı nefs ve fedakarlıkla en ağır şerait altında yüz otuz parçadan müteşekkil muazzam ve harika eser külliyatıyla vatan ve milletin manevi kurtuluşunu temin eden böyle bir zata bu tarzda ilişmek, elbette millet ve gençliğin mahv u perişan olmasına gayret eden gizli vatan düşmanlarına yardım etmek ve alet olmaktır. Afyon’da bir-iki mütemerrid, bir zındık masonun iştirak ve teşvikiyle, o insanın bu tarz ihanet etmek fikrine, hiçbir ihaneti kabul etmeyen Üstadımızın tahammül etmesinden ve ehemmiyet vermediğinden şu hakikati kat’iyen anladık ki, bu vatan ve millete kendi yüzünden bir zarar gelmemesi için haysiyetini, şerefini, nefsini, ruhunu, rahatını dahi feda etmiştir."(10)

"Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslamiyeti imha için, İslam memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikab ve şeytani ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metodlar takip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslamın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır."(11)

Dipnotlar:

(1) bk. Emirdağ Lahikası -I, (26. Mektup)

(2) bk. a.g.e., (152. Mektup)

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı, Risale-i nur'un Zuhuru

(4) bk. a.g.e., Denizli Hayatı

(5) bk. a.g.e.,

(6) bk. Şualar, On Üçüncü Şua

(7) bk. Tarihçe-i Hayat, Afyon Hayatı, Afyon Mahkemesi

(8) bk. Şualar, On Dördüncü Şua

(9) bk. Emirdağ Lahikası - I, (145. Mektup)

(10) bk. Emirdağ Lahikası - 2, (14. Mektup)

(11) bk. Sözler, Konferans

“Dikkat ediniz, küfrü mutlakı müdâfaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın.” (Şualar, 13. Şua)

Üstad’ın bu ikazından, bu sinsî komitenin her tarafa parmak karıştırabileceğini anlıyoruz.

Gizli ifsad komitesinin içtimaî, hukukî, ekonomik, siyasî ve asayiş sahalarındaki muhtelif ifsadatı devam etmektedir.
1909 tarihinde Yahudi bir gazetecinin bir Alman gazetesinde yazdıkları dikkat çekicidir. 


Bu yazıda, o komitenin bir nevi hükûmet tarzında görevini yaptığını, üç yüz kişiden ibaret olduğunu, kendilerinden başka hiç kimsenin onları tanımadıklarını, bütün dünyanın geleceği hakkında hüküm verdiklerini, dünya ticaretini ve maddî imkânlarını ellerinde tuttuklarını, bu maddî güçle ülkeler üzerinde kültürel tahribat yaptıklarını, toplumların inanç ve değerlerini dejenere ettiklerini, zehirli bir ejderha gibi, kuyruğunun Filistin’de ( İSRAİL de ) olduğunu, gerekli tahribatı yapıp âlemi ifsat ettikten sonra Kudüs’te bu Siyonist birliği kurarak başla kuyruğun birleşmesi amacıyla plânlı bir çalışma içerisinde bulunduklarını ifade etmektedir.

Bu menhûs millet; başkalarının kanını dökmeden önce, maddî  açıdan onlara üstün gelir, bu güçlerini kullanarak insanları satın alır ve figüran olarak kullanırlar. O milletin edebî ve kültürel damarlarını tahrip eder, sanat adı altında fikirlerini empoze ederek; gerek sinema, tiyatro, medya ve diğer araçlarla, gerekse dinî ortamlara ve din tedrisatı veren müesseselere sızarak inanç, ibâdet ve ahlâk temelleri üzerinde şüpheler ortaya atıp onların hayat damarlarını ve geçmişle olan bağlarını keserek mânevî açıdan kısırlaştırıp zayıf ve zelil duruma düşmelerini sağlamış olurlar.
Bugün dünya medyasına hükmeden ve ticareti elinde bulundurarak zayıf milletleri sömürge haline getiren bu habis ruh; savaşların, kargaşa ve terörün, ifsat ve bozgunculuğun öncü rolünü üstlenmiş ve değişik kanalları kullanarak emellerine ulaşmıştır.

Her türlü ihtilâlin, kışkırtıcılığın, geleceğin  plânlanması ve uygulamaya konulması, insan hakları ihlalleri, inandığı gibi yaşama hakkına baskılar, eğitimine konan engellemeler, darbeler, e-muhturalar, andıçlar, ergenekonvârî yapılanmaların kod ve şifreleri de yine bu menhûs ruh marifetiyle gerçekleştirilmektedir.

İçten Yahudi Siyonizmi taraftarı olan süfyanizmi genç nesle şirin gösterip bu yolla dinden ve Kur’ân’dan uzaklaştırmak gibi önceden kararlaştırılmış plânlarını uygulama devam etmektedirler.


İnşâallah Kur’ân nuruyla gönlü ve gözü aydınlanmış olanlar, bu tuzağa düşmeyecekler ve sinsî plânları Allah’ın yardımıyla tesirsiz bırakacaklardır.

Cemaatler arası ve cemaat içi ihtilaflar icad edip körükleyen, çeşitli va’dlerle taraftar toplayan, ırk, bölge ve dil istismarcılığıyla fitne tohumları eken, her türlü özgürlük ve açılımın önüne farklı bahanelerle (laiklik, bayrak, vatan, devlet, milliyetçilik v.s istismarcılığıyla) engeller koymaya çalışan, bunun için de farklı kesimleri kışkırtan yine bu komitedir.



Abdülhamit Han Hazretlerini tahttan indiren, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali  (R.anhüm)’ün şehid edilmelerinde büyük rol oynayan ve Hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırarak, süfyânî bir gücün hâkimiyetine yardım eden yine Yahudi milletinden müteşekkil o gizli komitedir.

Sultan Abdülhamid’e gönderilen Karaso şöyle alçakça bir teklif götürür: 
“Ben, mason cemiyeti tarafından zât-ı âlinize bir teklif ile geldim. Teklifimiz şudur ki: devletçe borçlusunuz. Borcunuzu ödemek üzere 5 milyon altın lira devletinizin hazinesine hediye ediyoruz; yüz sene sonra ödemek üzere 100 milyon altın lira da faizsiz borç veriyoruz. Buna karşılık bize Filistin’den az bir arazi hakkı tanıyınız.”


Cennetmekân Abdülhamid’in : “Ey alçak, huzurumdan çık git” şeklinde yerinde ve onurlu bir cevap verdiği tarîhen sabittir.


O cemiyet yılmadı, daha sonra 1901-1902 yıllarında Herzl’i gönderdi. O yüce Hâkan, Filistin’den verebileceği bir karış arazinin olmadığını, bu toprakların İslâm ümmetinin toprakları olduğunu haykırdı. “Saltanatın tehlikeye girdi” tehdidine de aldırmadı.

Ancak o gizli komite üçüncü kez bir atak yaptı, bu sefer İttihad ve Terakki Cemiyetini devreye soktu. Bir şey koparamayacaklarını anlayınca, Halifelik vazifesinden azletme konusunda ittifak ettiler. 

Bu amaçla Arap âlemindeki şer güçlerden ve İslâm Âlemini parçalamayı gözüne kestirmiş kişilerden yardım istediler. Neticede II. Abdülhamit Han’ın hilâfeti sona erince, hâkimiyet İttihad ve Terakki Cemiyetinin eline geçmiş oldu. Bundan sonra musibetler birer birer İslâm devletinin başına dökülmeye başladı ve önceden plânlanmış icraatlar tek tek uygulamaya konmuş oldu.

Kapitalizm ve komünizmin temelinde de bunlar vardır. Komünizm, dünyaya hükmeden bu gizli komitenin eseridir.

Ve aynı zamanda mason ve komünist işbirliğinin bir yansımasıdır.
Komünizmi yaymaya çalışan komünist komitesinin gizli ifsad komitesiyle beraber hareket edebileceklerini ve hükümetin de onlara ses çıkarmadığını 1948 yılında Afyon Hapsinde bildiren Bediüzzaman Hazretleri der ki: 


«Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve vatanın menfaatına çok lüzumu varken, beni sıkması îma eder ki; kırk seneden beri benim ile mücadele eden gizli zendeka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. 


Hükûmet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emareler bana endişe veriyor.» (Şualar )

Birinci ve İkinci dünya savaşlarını bu komite tetiklemiş, Büyük Fransız İhtilalinin arkasında bu masonik oluşum durmuş, Arap ve İslâm Âlemine ırkçılık tohumlarını yine bunlar atmış, İslâm Devletlerinin parçalanmasını ve aralarında ihtilafların çıkmasını bunlar plânlamış, savaş kışkırtıcılığı yaparak İslâm ülkelerini birbirine düşürmüş, silah ticaretinden en büyük payı kapmışlardır...

İslâm âleminde dünden bu güne akıtılan kanların, yapılan zulümlerin, öldürülen çocukların, el konulan yer altı ve yer üstü kaynakların menfur emelleri ve Siyonist hedefleri için peşkeş çekilmesinin zâlim aktörleri de bunlardır.


Münafıkane tavır sergileyerek bazen Müslüman, bazen Hıristiyan görünüp, mezhep ve din ayırımcılığını körüklemek suretiyle halkları birbirine düşürmüşlerdir.

İslâm âleminde ırkçılık/milliyetçilik fikrini yayarak geri kalmışlığın sebebinin İslâmiyet olduğunu, ilerlemek ve güzel bir hayat yaşamak için İslâmiyeti terk etmeleri yönünde telkinlerde bulunmuş ve büyük fitnelere sebebiyet vermişlerdir.


Bediüzzaman Hazretleri de, insanlığın içtimâî hayatını sarsan faiz ve banka sistemini tesis eden, her çeşit bozguncu komitelerine karışan ve her türlü ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu (Sözler, 25.söz, 2.şua; 5.Lem’a, 4.ışık) ifade buyurmuşlardır.


250 sene öncesine kadar dayanan bu menhûs komite; “medeniyet, demokrasi, insan hakları, hürriyet, eşitlik, kadın hakları, işçi hakları”  gibi isimler altında kelime oyunlarıyla âlemi bozdular, özellikle Hıristiyan âlemi üzerinde etkili oldular. 

Bugün de o gizli komite, Evangelist adı altında başka bir cemiyeti bütün dünyanın başına musallat etmiştir. “Kutsal kitaba yönelmek” anlamına gelen bu tabir, ilk defa Protestan Reformu sırasında Luther ve onun bağlıları için kullanılmıştır. Bugün için Evangelizm, Amerika’daki Hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir.


 20. Yüzyıl başında ABD’de Protestanlar arasında liberaller ve tutucular diye iki kanat ortaya çıkmış, “fundemantelist” (köktendinci) diye önce kendilerini isimlendirmiş, sonra da Evangelistler olarak tanımlanmaya başlamışlardır. Bugün Amerika’da 30 milyonun üzerinde Evangelist Protestan vardır.
Kayda değer en mühimi de, bugün ABD’yi yöneten “globalist çete”nin gizli dini Evangelizmdir. Bunun samimi bağlılarından biri de Bush’dur. Bu karma ve müşterek komitenin sözü edilen bu belirttiğimiz ayağı için söylenecek en kestirme söz şudur: “Evangelist Hıristiyan Siyonistlerdir.”


Yani bu komite şekilden şekle girmekte, yüzünü farklı din ve ırkları arkasına ve desteğine alarak tahribatına devam etmektedir.
Yine o komitenin kendi dâvaları için en büyük engellerden biri olarak gördükleri ve on dokuz defa zehirledikleri Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri tezimizi tavzih etmektedir:
“Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhâd nâmına bu milleti ifsâd ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakîkatına ve imân hakîkatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bu gizli ifsâd komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz me’murlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandaclarına hitâben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsâde ediniz.” (Şualar,12. Şua)


Kökü dışarıda olan o gizli zındıka komitesi, dîne dayalı devletleri ilga edip yerine laik sistemler kurdurmak suretiyle, İslâm ülkelerinde misyonerlik faaliyetlerini desteklemiş, İslâmiyet aleyhine konuşmaları teşvik etmiş, yeni kiliseler açılmasını, diğer din mensuplarının da ehl-i cennet ve ehl-i necat oldukları fikrini yayarak hoşgörü kültürünün yanlış yönlendirilmesine sebep olmuşlardır.


O gizli komitenin tahrik ve teşvikiyle, Kur’ân’a aykırı bütün metod, propaganda ve çalışmalar bütün hızıyla devam etmektedir. 

Kur’ân’ın yeterli olduğunu (aslında Kur’ân’a inandıklarından değil), hadislerin zaten (hâşa yüzbin defa hâşa) uydurma olduğunu, dini yeniden yorumlamak gerektiğini, bu günün ihtiyaçlarına cevap vermediğini, İmam-ı Âzam gibi mezhep imamlarının ve müçtehidlerin da birer insan olduklarını, kendilerinin de yorum yapabileceklerini ileri süren zamanımızın ulemâussû’ denen figüranlarını medya organları, özellikle TV’ler vasıtasıyla halkın önüne çıkartıp Müslümanların akidelerini ve 1400 yıllık  İslâmî düşüncelerini ve dinin dört ana kaynağını yıkmak amacıyla sürdürdükleri tahripkâr çalışmaları, Müslüman milletimiz ve Kur’ân’a bağlı halkımız ve özellikle gençliğimiz için büyük tehlike arz etmektedir.


Geçtiğimiz hafta, bir Nur dersi esnasında, bir üniversiteli kardeşimizin anlattıkları, üniversite mahfillerinde bu işin hangi boyutlara ulaştığı, (hâşa) toplam sahih hadis sayısının 20’ler civarında olduğu yönündeki propaganda ve zihin karıştırma işlevinin hangi eller vâsıtasıyla ve nerelerde yapıldığının da bir resmi ve yansımasıdır.


Süfyaniyet rejimi, o komitenin ürünüdür. Ve tavrını açıkça koyan bir mücahit Said Nursî:

“Ayasofya’yı put¬hane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir ku¬man¬da¬nın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen ta¬raftar değiliz. Ve şahsımız itiba¬rıyla amel etmiyoruz.» (Şualar ) diyerek tepkisini koyuyor.


Asrın Bedîi Üstad NursÎ’nin eserlerinde yüz yerde bahsettiği bu komiteye karşı dikkatli ve duyarlı davranmamız gerektiği hususunda yazımızın başında zikredilen sözünü önemine binâen tekrar kaydederek, Sünnet-i Seniyyenin ihyâsı ve hayata geçirilmesi meselesinde duyarlı mü’minlere büyük vazifeler ve mes’ûliyetler düştüğünü tekrâren ifâde etmem gerekir diye düşünüyorum.



KİM BU ZINDIKA KOMİTESİ?

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yaptığı son açıklamalarda yer alan bir paragrafın her cümlesi, cümlelerinin her unsuru mühim bir meseleye parmak basıyor.

Bu kaya gibi sağlam millet, nifak çıkarının, fitne çıkarının istediği şeyi yapmayacaktır. Bu iman dolu kalpler birbirine düşmeyecektir. Umduklarını asla bulamayacaklardır. Bir öleceğiz ama bin dirileceğiz. Bunları, bu oyunu yönlendirenlerin de duyması için söylüyorum.
Bu paragrafın her cümlesi, cümlelerinin her unsuru mühim bir meseleye parmak basıyor.‘Kaya gibi toplum’ ifadesi, hayatın getirdiği her türlü riske karşı tecrübeye dayanan bir tarih bilincine; ‘iman dolu kalpler’, sayısız acıları birlikte göğüslememize hizmet etmiş İslam kardeşliğine; ‘umduklarını bulmayacaklar’ taahhüdü, hem gizli bir senariste hem de bu Müslüman toplumun basiretine duyulan güvene; ‘bir ölüp bin diriliriz’ –ki bu ifadeyi ilk kullanan Bediuzzamandır- ifadesi ise iman ve azmin gücüne itimadını gösteriyor.
TÜRKİYE ARTIK 'HOP' DİYECEK GÜCE ERDİ
Başbakan, tüm bu noktalara temas edişinin nedenini son cümlede belirtiyor:
“Bunları, bu oyunu yönlendirenlerin de duyması için söylüyorum!”
İşte benim için milat olabilecek söz budur!
Bu gerçek, ilk defa bu serahatle ve bu kararlılıkla söyleniyor. Hem de en yetkili ağız tarafından…
Demek ki Türkiye artık kendisine numara yapanlara ‘hop’ diyecek güce erdi. Veya ‘artık ne olacaksa olsun’ noktasına geldi. Her iki hal de önemli. Çünkü bu tespit, terörün -kendi insanımızı bize karşı kullanıyor olmasına rağmen- bir dış operasyon olduğu gerçeğininhükümet tarafından derk edilmiş olmasıdır.
Esasında Türkiye yaklaşık 100-150 yıldır, içine hulul etmiş ‘saklı niyetli / gizli ajandası bulunan kişiler’in sevk ve idaresi altında. Toplum bunu seziyor ama isim koyamıyordu. Devletin dimağını ele geçirmiş bu komita, ancak kendi onayını almış olanların siyaset yapmasına ve öne geçmesine izin veriyor. Askeriyede kimin kurmay olacağından tutun da kimin hangi kurumun başına veya parti liderliğine getirileceğine varıncaya kadar hep onlar karar veriyor. Bu millet de daima, kötüler arasından daha az kötüyü seçmek zorunda bırakılıyor. Millet adına ümit olan partilerin kadrolarının nasıl oluşturulduğunu bir kere daha düşünürseniz ne dediğimi daha net anlaşılacaktır.
Devlet içinde böyle saklı ve etkili bir yapılanmanın var olduğunu ilk hisseden ve söyleyen Bediuzzaman’dır. O, ‘kökü ecnebide, kendisi burada (Türkiye’de)’ olan gizli bir örgütten söz eder ve ona  ‘zındıka komitesi’ adını verir. Devlet gücünün Risale-i Nur’a karşı kullanılmasının arkasındaki sebepleri araştırırken keşfeder onu:  
“Kat’i bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.’ Ben de ‘Tevekkeltü alellah, ecel birdir, tagayyür etmez.’ dedim.(…)” (Emirdağ Lâhikası, 168)
Keza, “Fakat hükümetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı….” (Şualar, 13. Şua, 275)
Ve yine “…Kırk seneden beri İslâmiyet ve imân aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi Bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki…” (Şualar, 14. Şua, 343) diyerek, bu dehşetli ve tehlikeli örgüte karşı milleti ve hükümet erkanını uyandırmaya çalışır.
DEHŞETLİ, GİZLİ ÖRGÜT GÜN IŞINA ÇIKTI
Bediüzzaman’ın ‘iman ve İslamiyet düşmanı’, ‘dehşetli’, ‘gizli’ diye nitelediği bu ‘örgüt’ün ne olduğu, Ergenekon örgütünün bazı elemanları suçüstü yakalanıncaya kadar bilinmiyordu. Daha da önemlisi, onların faaliyet ve icraatları vatan ve milletin hayrına zannediliyordu.
Evet, Cumhuriyetin ilk yıllarında 120 kişiden oluşturulduğu söylenen bir ‘encümen’den söz ediliyordu ama bu örgütün kimlerden oluştuğu, üyelerinin nasıl seçildiği veya kimlerin üye olabildiği, en tepe noktasında kimin bulunduğu veya onun kimden emir aldığı hiçbir zaman bilinmedi.
Fakat ne zaman millet, maneviyatı ve imanı doğrultusunda bir adım atmış ise gizli bir el müdahale edip milleti o kararlılığından vazgeçmeye mecbur etti.



















Sadık Yalsızuçanlar kardeşimin de ifade ittiği gibi, Bediuzzaman’ın Zındıka Komitesi dediği bu karanlık örgütün zihinlerde nasıl şekillendiğini bilemiyoruz ama hepimiz biliyoruz ki Osmanlı’nın yıkılışından bu yana, Türk milleti, tarihi misyonu ve kimliği ile asla bağdaşmayan bir yaşam tarzına zorlanmıştır. İç ve dış politikaları, hedefleri, milletin menfaati ve bekasından ziyade o saklı efendilerin arzusu istikametinde tecelli etti.
Türk milletinin tüm siyasi duruşları ve politikaları, 1940’lı yıllara kadar İngiliz politikaları çerçevesinde ve İsrail devleti lehine, ondan sonraki yıllarda ise yine İsrail’in bölgedeki amaçları doğrultusunda ama ABD politikaları ekseninde kullanılmıştır.



 Türk milletinin bu çizgiden sapma anlamına gelecek her çıkışı ve atağı, gizli bir el tarafından şiddetle cezalandırılmıştır. Yıllarca bu millet, cam fanusa hapsedilmiş pireler gibi sadece 20 cm sıçrayabilmeye mahkûm edilmiştir.
Çeşitli ihtilaller, iç karışıklıklar, çok sayıda faili meçhuller ve önce sol–sağ, şimdi de Kürt– Türk kavgasıyla 50 yıldır anarşizm ve terörle boğuşturularak ileri bir hamle yapmasına fırsat verilmedi.
Bir başbakanı ve iki bakanı asıldı, 28 Şubat sürecinde yüzlerce kayıp ve ölüm gerçekleşti. Birçok kez hukuk dışı usullerle halkın çıkardığı hükümetler devrildi, iktidarlar manipüle edildi. 

Sağdan ve soldan sayısız önemli insan öldürüldü ve hiçbir cinayetin esrarı çözülemedi. Daha da vahimi, bu ülkenin cumhurbaşkanına suikast yapıldı ama gerçek azmettiricilere asla ulaşılamadı.

 O cumhurbaşkanı  TURGUT ÖZAL , tetik çekeni bağışlamak zorunda kaldı, bir başbakan kendisine yapılan suikasta ilişkin konuşamadı ve ulaştığı bilgileri kamuoyuna açıklamaktan çekindi. Ardından kuşkulu bir biçimde öldü.

NEDEN OLAYLARIN ARDI ARKASI KESİLMİYOR
Ortadoğu’da, Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’da meydana gelen tüm olayların ucu gelip Türkiye’ye dayandı ve hep Türkiye’nin çıkarları zedelendi.
Peki gerek Türkiye’de gerekse çevremizdeki ülkelerde çıkara dayalı açıktan veya gizli operasyonları yürütenler kim? Ve bunlara içimizden kim destek veriyor?
Bu coğrafyada neden olayların ardı arkası kesilmiyor? Neden dünyanın her bir yerinde var olan huzur ve asayiş bu coğrafyaya hiç uğramıyor?
Daha da vahimi, bütün bu olan bitenler karşısında birbirimizi suçlayıp duruyoruz. Olup bitenleri, Alevi Sünniden biliyor, Kürt Türkten biliyor, fakir zenginden biliyor, Arap Türkten biliyor, Türk Araptan… Bu hayhuy içinde kimsenin aklına gelmiyor ki neden ben Hacivat gibi aynı repliği tekrar ediyorum ve Karagöz aynı cümleyi söylüyor?
İşte ben umuyorum ki başbakanın dillendirdiği “Bunları, bu oyunu yönlendirenlerin de duyması için söylüyorum.” sözü, Türk milletinin uyanmışlığının bir ifadesi olsun. Türk anlasın ki kendi devletine kasdeden Kürt değildir. Ve Kürt anlasın ki, tâbi tutulduğunu ileri sürdüğü ‘ayrımcılık’ Türk milletinin iradesi değildir. Alevi bilsin ki Madımak’ı yakanlar Sünni değil, Sünniler bilsin ki Başbağları’ı ateşe verenler Alevi değil…
Bizim buna uyanmamız lazım artık!
Başbakan, acilen en yakınındaki daireden başlayarak, bu zındıka komitesinin nerelere kadar hulul ettiğini görsün.
Önceki yazımda da ifade ettiğim gibi başbakan hemen ve acilen güvendiği sağlam birkaç tarihçi danışmasından Yavuz Sultan Selim’in doğu seferinin icapları ve neticelerini anlatan bir rapor istesin.
İşte gördünüz bir eşkıya çıkıp rahatlıkla Türk devletini tehdit edebiliyor. Başbakan ya böyle meydan okumayacaktı ya da bu sözün arkasında durarak teröristlerden önce içimizdeki zındıka komitesinin üyelerini ve azaların belirleyip cezalandırmalı.
O zındıka komitesi açığa çıkarılmadıkça masum Kürtler dahi caniler gibi itham altında kalacak ve Türkler, kendi tebaasına zulmeden bir millet olmaktan kurutulamayacak!

BEDÎÜZZAMÂN VE ZINDIKA KOMİTESİ

ZINDIKLAR VE KÜFR-Ü MUTLAK. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE ZINDIKANIN ZULMÜ. ZINDIKA VE LÂDİNÎ YAPI. ZINDIKANIN İMHA PLANLARI. ZINDIKANIN BEDİÜZZAMAN VE TALEBELERİNE YAPTIĞI ZULÜMLER


Bediüzzaman ve zındıka komitesi
Zındık, lûgatta; “inkârcı, dinsiz, ateist” demektir.1 Zındıka komitesi de; dinsizliği, inkârcılığı insanlar arasında yaymayı gaye edinen ve zındıklardan oluşan gizli bir örgüttür. Bu örgütün üyeleri sûret-i haktan görünerek, kendilerini en halis, ülkenin ve insanlarının hayrı için çalışan seçkin kişiler olarak gösterirler. “Halka rağmen halk için” anlayışıyla hareket ederek inkârcı, yıkıcı, bozguncu fikirlerini eylemeye dönüştürürler.
Zındıka Komitesi yıkıcı, tahrip edici bir cereyandır. Değişik isimlerle faaliyetlerini yapar. Bazen bir kişi, bazen bir grup halinde tezahür eder. Nifakla iş görür. Sûret-i haktan görünüp bir şeytan gibi toplum nezdinde etkili toplumsal gruplara, devletin bürokrasisine, hatta üst seviyedeki idarecilere nüfuz ederek onları kendi emellerine hizmet ettirir.
ZINDIKLAR VE KÜFR-Ü MUTLAK
Zındıka Komitesinin şuurlu üyeleri küfr-i mutlak içindedirler. Mutlak küfür içine düşen bir kişi, dinsizliğin, inkârcılığın en iyi yol olduğuna inanır. İnancını asla sorgulamaz. Meşkuk, yani şüpheli küfür ise, mutlak küfre göre daha ehvendir. Bu durumda olan kişi, “Ya Ahiret varsa, ya Cehennem gerçekten mevcutsa benim hâlim nasıl olacak?” diye küfrünü sorgular. Bedüzzaman bir mektupta, Risale-i Nur’un ellerine geçmesi halinde küfr-i mutlaka düşenleri meşkuk bir küfre çevirebileceğinden söz eder.2

MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE ZINDIKANIN ZULMÜ

Zındıka Komitesinin Türkiye içindeki uzantısı çok dehşetli tahribatlar ve zulümler irtikap etmiştir. Osmanlı devletinin yıkılışında derin etkisi olmuştur. Çöküşün hızlandığı dönem olan Meşrutiyetten Cumhuriyetin kuruluşuna kadar olan süreçte, Müslüman Osmanlı toplumunun İslâmî dayanaklarını çökertip yerine dinsizliği ve inkârcılığı yerleştirmek için çok sayıda suikastlar, faili meçhul cinayetler irtikap etmiştir. Planını deşifre eden, tesir altına alamadığı kişilileri suikastla yok etmek bu örgütün kullandığı hainane bir usuldür.

Meşrutiyet döneminde Üstad Bediüzzaman’ın iman ve Kur’ân hizmetinin, emellerini gerçekleştirmede engel olduğunu gören komite, onun vücudunu yok etmeyi planlamıştır.
Üstad Bediüzzaman, Lahikaya aldığı bir mektupta bu durumu şöyle ifade eder:
“Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet a’zasından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki:
‘Kat’i bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.’
Ben de ‘Tevekkeltü alallah, ecel birdir, tegayyür etmez’ dedim.”3
Cenab-ı Hak, Bediüzzaman’ı o komitenin şerrinden korumuştur.
ZINDIKA VE LÂDİNÎ YAPI
Cumhuriyetin kurulmasından sonraki süreçte, din ve maneviyattan soyutlanmış bir yapının ülkede zoraki tesisinde Zındıka Komitesinin büyük bir rolü olduğu bir gerçektir. O zamanlarda onun bir elemanı olan Mısır Hahambaşısı Haim Naum’un Türkiye’ye gelerek yetkililerle görüşmesi ve onlara akıl hocalığı yaparak “Lâdinî” bir yapının ülkede tesis edilmesinde mühim bir rol oynadığı bilinmektedir.4


ZINDIKANIN İMHA PLANLARI

Zındıka komitesi, acımasız ve merhametsizdir. Emellerini gerçekleştirmek için her yola baş vurur. Yolunda engel olarak gördüğü kişi veya kişileri değişik şekillerle imha etmekten çekinmez. Lozan kararlarına karşı çıkan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin alçakça öldürülmesi, İskilipli Atıf Bey ve benzeri değerli hocaların idam edilmesi, Menemen ve Dersim gibi sayısız cinayet ve katliâmlarda bu menhus örgütün rolu olduğu aşikârdır.
ZINDIKANIN BEDİÜZZAMAN VE TALEBELERİNE YAPTIĞI ZULÜMLER
Tek parti idaresi boyunca lâdinî rejimle uyuşmayan, onun din ve maneviyatı dışlayan uygulamalarını onaylamayan, ancak müsbet hareket ederek onlara ilişmeyen Bediüzzaman ve talebelerine yapılan, tarihte emsali bulunmayan zulüm ve işkencelerin arka planında Zındıka Komitesi olduğu bir vakıadır.
Zındıka Komitesi o zaman ki hükümetleri iğfal ederek devletin mahkemelerini ve güvenlik güçlerini, insanların imanını kurtarmaya çalışan ve asayişin manevî bekçileri olan mazlum Bediüzzaman ve Talebeleri üzerine sevk ederek onları zindan, hapis ve sürgünlerle imha etmeye çalışmıştır. Bediüzzaman bu hususta şöyle der:

“Ehl-i hükümetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükümetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşerî (insanları helâk eden dinsizlik hastalığı) ve maddiyyunluktan (her şeyi maddeden ibaret kabul eden maddecilikten) gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar, şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

‘Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inayetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silah etmeyiz!’”5
Bediüzzaman, zındıkanın bütün engellemelerine rağmen iman ve Kur’ân hizmetinde muvaffak olarak Kur’ân’ın bu asırdaki manevi tefsiri olan Risale-i Nur’u zor şarlarda telif edip milyonlarca Nur Talebesinin yetiştirmesine vesile olmuştur. Vatan ve milleti zındıka tuzağına düşmekten Allah’ın yardımıyla kurtarmıştır.

ZINDIKANIN BİR BAŞKA İMHA PLANI

O komitenin kullandığı bir diğer taktiği, hapis, sürgün ve zulümle yok edemediği kişileri zehirleyerek ya da aşırı dozajlı ilâç vererek onları manen felç edip rûhî dengelerini bozarak etkisiz hale getirmektir. Bu yolla Üstad Bediüzzaman’ı yirmi küsur defa zehirlemiş, ancak o Allah’ın yardımıyla bundan kurtulmuştur.
ZINDIKANIN KADIN TUZAĞI
Zındıka Komitesinin, hedefine ulaşmak için kurduğu tuzaklardan biri; toplumda açık saçıklığı ve sefahati tervic etmektir. Fertlerin ahlâkî yapısını bozmak için de, kadınlar arasında açık saçıklığı teşvik eder, gayr-ı meşru ilişkileri yaygınlaştırmaya çalışır. Bediüzzaman Gençlik Rehberi’nde zındıkanın bu tuzağına dikkat çeker ve şöyle der:
“Bu zamanda zındıka dalâleti, İslamiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin planıyla Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişletmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.”6


ZINDIKA KOMİTESİ MUVAFFAK OLAMAMIŞTIR

Zındıka Komitesi, devletin güçlerini iğfal ederek ve imkânlarını kullanarak yaptığı yoğun faaliyetlerinde, Allah’ın izniyle Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin ve diğer bir kısım dinî cemaatlerin yaptıkları halisane iman ve Kur’ân hizmetleri sebebiyle muvaffak olamamıştır. O dinsizliği ve inkârcılığı bu millete kabul ettirememiştir.

Dipnotlar:
1- Arapça-Türkçe sözlük, Serdar Mutçalı, Zındık md.
2- Şualar, 13. Şuâ.
3- Emirdağ Lahikası-1 s. 193
4- Emirdağ Lahikası 2, s. 278.
5- Tarihçe-i Hayat, Denizli Hayatı.
6- Gençlik Rehberi, s.24.

YENİ ASYA / İBRAHİM ERSOYLU

ADALETİN ÖNÜNDEKİ MUAMMA PERDESİ KALKTIKÇA...

Ülkemde on yıllardır adalet isteyen bir vatandaşım. İçimizdeki kin ve öfkeyle, birbirimize attığımız nifak tohumlarıyla gerçeğe hizmet etmediğimizi bilecek denli tecrübeliyim öte yandan. Adaleti önce kelimenin tam anlamıyla saf bir niyetle, selim bir kalple talep etmenin şart olduğunu görecek denli de art niyetlilerin, yargısız infazcıların ve kara propagandacıların arasındayım.
Bizi birbirimize düşüren, on yıllarımızı esir alan, durmadan kan döktüren pek çok felaketin asıl yüzünü hiçbir zaman öğrenemedik bu memlekette. Gerçeğin iç yüzüne ulaşmanın yollarını kendi ellerimizle tıkadık bu yüzden en çok. İdeolojik veya ekonomik çıkarlara, cemaat menfaatlerine feda ettik adaleti. Elan ediyoruz.
80 öncesi faili meçhul cinayetler, 1 Mayıs veya Bahçelievler katliamı, Çorum ve Maraş olayları, Özal’ın ölümü, 90’lardaki Güneydoğu cinayetleri, yargısız infazlar, JİTEM operasyonları, Susurluk çetesi, kamu bankalarının içini boşaltıp faizcilikle sermayelerine sermaye katan kriz zenginleri, 28 Şubat’ın gerçek failleri, Muhsin Yazıcıoğlu’nun şüpheli ölümü, Ergenekon’da veya Balyoz’da suçlanan bazı sanıkların masum olduğu iddiası, Hrant Dink cinayetinin bir türlü aydınlatılamayan ve durmadan kafa karıştırılan arka planı, Hanefi Avcı veya Nedim Şener’lerin başına gelenler, Rahip cinayetleri, barış müzakereleri sürerken Paris’te katledilen Kürtler, Sabancı cinayeti sanığının akıbeti, vesaire...
Evet, bu listeyi biraz daha uzatsak yazıya yer bulunmaz gazete sayfasında. Hiçbir şeyin iç yüzünü tam bilemeyişimiz toplumsal hayatımızda güvensizlik ve belirsizlik yaratıyor olmalıydı. Ferdi bağlamda yaratıyor olsa da bunun toplumsal yansımalarını pek göremiyoruz. Çünkü bu ülkede büyük bir çoğunluk kendini ait gördüğü cemaatin gerçeğine sözcü ilan etmiş durumda.
O yüzden haklı olmanın hudutlarını, edebini, direnişin ahlakını vesaire her daim hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız bu ülkede. Eğer samimi bir niyetle adalet istiyorsak. Herkes için. Hiçbir ayrım gözetmeden... Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları sırasında kasten olduğu ortaya çıkan bazı yanlışlıklardan ve bunca yaşanan mağduriyetten sonra: Örneğin bir evde ele geçirilen kör gözüm parmağına bombaları, Kanada’dan tanıklık eden ve sonra sırra kadem basan tuhaf bir adamın sözlerini, odasındaki yerin altına sakladığı iddia edilen savcının yine kör gözüm parmağına bulunuveren suç delillerini vesaire düşündükçe... Bir kez daha... Diğer muamma olaylar gibi, bunlardan da emin olamıyor pek çoğumuz.
Hrant arkadaşımızın hunharca katli bizim için Ergenekon’un en somut deliliydi. Sadece bu cinayet her şeyiyle aydınlatılsa, çok önemli bir çomak sokulmuş olacaktı bu sinsi nifak tohumcularına. Belgeler sahte olsa bile yaşananlar gerçekti. Ama MİT krizi patlak verdiğinde dahi pek çoğumuz durumu kavrayamadık. (Hüsn-ü niyetini koruyanlardan biriydim bendeniz de.) Ergenekon içinde de Ergenekon varmış. Hesap içinde hesap.
Özellikle dershane krizi döneminde maruz kaldığım ve bir yıldır hiç kesilmeden devam eden saldırı hakaret iftiralar ile örneğin bir kuvvet komutanı olacak şahsa yapılan tehdit şantajlar arasında veya en hileli şekillerde yapılan devlet yetkililerini dinlemeler arasında son derece profesyonelce bir bağ kurulmuş olduğunu gördüm. Kendi küçük hayatımızdan en dış halkaya dek toplumsal yönleriyle onlarca yüzlerce şahitlik biriktirdik paralel yapının toplumsal gündelik hayattaki tecellilerine dair. Bizzat dehşet hikayelerini paylaşanlar, ortaya koyanlar cabası. Perdeler giderek kalktı, kalkıyor.
Kendilerini gizlemeyi, hileyle sınav kazanmayı, yalan ve iftirayla ilelebet haklı olacağını sanmayı, bu uğurda nefret yaymayı dahi meşru gören kafa karıştırıcılar güvenilir kurumlarda muamma içinde sürdürürken faaliyetlerini... Adaletin içi boşaltılmış anlamını yeniden doldurmak zorundayız.
Şimdi paralel çetecilikle suçlananlar arasında da varsa eğer masum olanlar, masumiyet karinesini gözetmek ve aynı hataların bir daha yaşanmamasını sağlamak adaletin görevi kuşkusuz. Ama karşısındakine durmaksızın iftira atmak, lanet okumak, kendisine masumiyet süsü vererek hiçbir şey olmamış gibi bu vukuatlarını meşrulaştırmak için korkunç bir nefret ideolojisi yaymak... Masum bir eylem değildir. En azından vicdanlarda.
Buradan hareketle: Özellikle 28 Şubat’ın, Hrant Dink katliamının, Yazıcıoğlu’nun şüpheli ölümünün ve Paris cinayetlerinin mutlaka saf bir adalet talebi güden sorumlular tarafından yeniden, yeniden, yeniden ele alınması ‘herkes için adalet’e bizi götürecek en acil çözümdür.
 YENİŞAFAK / Leyla İpekçi


SÜFYANİYET REJİMİ, O KOMİTENİN ÜRÜNÜDÜR.

Tavrını açıkça koyan bir mücahit Said Nursî:
“Ayasofya’yı put¬hane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir ku¬man¬da¬nın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen ta¬raftar değiliz.

 








%100 Siyaset | Tahşiyeciler Hocası Molla Muhammed ve Paralel Kumpas  | 1...










Hoca’nın İddialarına Risale-i Nur Cevap Veriyor Broşürü (Yıl 1995)

HOCA’NIN GAZETELERDE ÇIKAN BEYANATLARINA VE İDDİALARINA
RİSALE-İ NUR ÖLÇÜLERİ İLE VERİLEN CEVAPLAR
1. Hoca, Zaman Gazetesi’ndeki bir iddiasında:
"Başörtüsü, tesettür füruattır. Temel mes’eleler varken füruatın kavgasını vermek, üslub bakımından yanlış…" diyor. (Zaman)
Hürriyet Gazetesinde ise, “Kadının başını örtme meselesi, bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meselelerdir….” (Hürriyet)
Bediüzzaman Hazretleri ise tesettüre;
«Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarı…»(Kastamonu Lahikası sh:262) demekle füruat değil, aksine ehemmiyetli bir esas olduğunu nazara veriyor. 
Evet âhirzaman fitnesi­nin açık-saçıklıkla hayasızlaşan kadınlardan çıktığına dikkat çeken Bediüz­zaman Hazretleri diyor ki:
«Ahirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisa­iye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor…
Bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebe­sinde, nefs-i emmarenin planıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık ba­cağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.» (Gençlik Rehberi sh:23)
Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedan, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor.»(Gençlik Rehberi sh:16)
Demek tesettür mes’elesinin füruat olması şöyle dursun, ahkâm-ı kat’iye-i Kur’aniye arasında hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Bu sebebledir ki:
«O fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevî» (Gençlik Rehberi sh:17) cereyanı, açık-saçıklığı, terk edilmez ve ettirilmez bir ifsad prensibi olarak esas alır ve din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğnemek ba­hasına olarak o yolda yürür ve bütün imkânlarını kullanır.
Risale-i Nur’un mezkûr beyanı ve irşadıyla anlıyoruz ki, nass-ı âyetle farz olan tesettürün terki, haram olmakla beraber, âhirzaman fitnesine ve dolayı­sıyla âlem-i İslâm’ın mahvına vesile oluşu gibi verdiği vahim neticesi itibariyle kazandığı haramiyet vasfı, tarif edilemez derecededir.
Bu gibi sebebler iledir ki Bediüzzaman Hazretleri günah ve bilhassa açık-saçıklıkla işlenen haramlardan kaçmak demek olan takvayı esas alır ve der ki:
«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâ­lih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak ge­rektir.» (Kastamonu Lahikası sh:148)
Netice olarak deriz ki: Şeair hükmüne geçmiş olan tesettürün fitneyi önle­yici önemini anlatmak, bir hocanın asıl vazifesidir.
2. "Atatürk idarî ve askerî bir dahiydi. Zaman Gazetesi’nde Atatürk’ün fotoğrafının silindiğini görünce hemen telefon ettim ve "Bu bir rezalettir" dedim. Bu işi yapanı işten çıkardılar." (Hürriyet)
Atatürk’ü medih makamındaki bu ifadelerinde samimi ise, Allah korusun. Yok, takiyye yapıyorsa, bunu masonların yutması mümkün değil.
Ne garib bir anlayış ki matbuatta çıkan bazı yazılarda, malum ifsad cere­yanı ve mensublarının övülmesi ve onlara dostluk gösterilmesini meşru gös­termek için mevhum hikmetler anlatılırken, firavun ve Ebucehil gibi kimselere güya yapılmış olan yumuşak davranışlar örnek gösterilir. Yani bizim davranış ve tutumumuz da o cinstendir demek istenir.
Peki, sizin aldatmak istediğiniz bu kimseler, kendilerini firavun-meşreb gösteren bu yazılarınızı okumuyorlar mı? Okuyarlarsa, kim kimi aldatıyor? Yoksa millet kopkoyu cahil olup bu basitlik ve mantıksızlık veya içtimaî sah­nede oynanan ve oynattırılan dramı anlamayıp yutarlar mı zannediliyor? Heyhat!
Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«… bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtu­lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fmızdan, teberrinizden cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)
Hoca bu sözleri ve davranışıyla, Mustafa Kemal taraftarlarına yaklaşmış ve milletin de bunlara yanaşıp dost olmaları için malûm sol cereyanın neşriyal imkânlarıyla geniş çapta telkinde bulunmuş oldu. Bediüzzaman ise hayatı boyunca her türlü meşakkatlere, hapis ve zindanlara tahammül ederek asla onlara yanaşmamıştır.
Bununla alâkalı kısımlardan birkaç kısa parçalardan bazı cüz’î numuneleri aynen şöyledir:
«Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslama ve is­tikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı.
Şimdi ihtiyarımızın hari­cinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i me­rak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i islâm cihetiyle yine ucuzdur.
Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür’etkârane tecavüzlerini ta’dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle:
"Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun!" ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Şualar sh:338)
«Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kenıal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyor­lar…
kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalı­şan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum…
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır…
ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet et­tiğim o ordunun dostluğunu aldım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:284-285)
«İşte hak ve hakikatin bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfi icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.» (Şualar sh:594)
«Denizli Müdafaatında izahı ve isbatı bulunan bir mes’elenin kısacık bir hülâsasıdır.
Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat ol­masından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumiye dedim: Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur’anın bayrakdan ve âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan or­dunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun." de­dim, tnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.» (Şualar sh:378)
Demek onu medhetmek, orduyu ve ecdadı zemmetmektir, hem bir önceki ifade ile de, hain-i millet vasfıyla tavsif olunuyor.
«Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırnyla; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir.»(Mektubat sh:424)
Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı cereyana hitaben diyor ki:
«O zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar de­diler: "Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıya­fetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rı­zasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sar­hoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.» (Şualar sh:290)
«Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazı­rız!» (Şualar sh:280)
«Kardeşlerim! Madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır; on­lara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır; İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilah etmektir.» (Şualar sh:335)
Yine aynı muhatablarına hitab eden ve onlardan uzak durduğunu anlatan Üstad Bediüzzaman’m hitabının bazı ifadeleri de aynen şöyledir:
«Evet hakikî Türklere pek hakikî dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi firenk-meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur.» (Mektubat sh:430)
«Herbir hükümette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüzelli senedej ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızm daire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüzelli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bakiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşman­larımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düstur­lara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre mikdar in­safı bulunan hiç bir insan bunları onlara kabul ettirmeğe cebret­mez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemi­şiz.
îşte bu hakikata binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itiba­riyle amel etmiyoruz.» (Şualar sh:394)
3. "Allah da bana, benim için ızdırap kaynağı olan "…cı"yla "…cu"yla ceza veriyor, bu "…cı’yı "…cu"yu bir ölçüde atabilirsem…(Hürriyet)
"Aslında "…cı" dan, "…cu" dan rahatsız oluyorum. Çünki bunlar toplumu bölücü şeylerdir." (Hürriyet)
Cemaatleri ve bilhassa dinî cemaatleri ifade etmek için kullanılan “…c.ı” dan, "…cu" dan rahatsız olduğunu söyleyip bunları bölücülükle itham eden hoca, bu ifadeleriyle bilhassa Risale-i Nur’u ve Hazret-i Bediüzzaman’ı tenkid etmiş oluyor. Zira Türkiye’de bu tenkid tarzıyla dinî cemaatlar kasdolunur ve ekseriyetle dine muhalif olan taraf kullanılır. Solcular hakkında ise daha çok "…izm", "…izimler" kullanılmıştır. Eğer Bediüzzaman da "…cı, …cu"ları iste­mez deniliyorsa "Nurcu" ve "Nurcu"lar, Risale-i Nur’da müsbet manada çok miktarda geçer. Meselâ:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
Merak etmeyiniz, biz inayet altındayız. Zahiren zahmetler al­tında rahmetler var. Ehl-i vukufu mecbur etmişler ki, bir parçasını çürütsünler. Elbette onların kalbleri Nurcu olmuş.»(Şualar sh:514)
Yine ehl-i vukufa hitab ediliyor:
«Benim bedelime siz, Risale-i Nur’un bir kısım mühim fıkrala­rını neşredip bir cihette Nurcu olduğunuzu isbat ettiniz.»(Şualar sh:429)
«Biz de bir hiss-i kablelvuku’ ile hissediyoruz ki, ileride bu kü­çük masum mahluklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nur’un has şajsirdleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar.»(Emirdağ Lâhikası-II sh:102)
«Pek çok mahpuslar Nurlara ve Nurculara cidden alâkadarlık sebebiyle tamamıyla ıslah-ı hal edip vatan ve millete değil muzır, belki birer hizb ve uzv-u nâfi’ hükmüne geçtiler.»(Emirdağ Lâhikası-II sh:50)
Daha bunun gibi hayli örnekler vardır.
O halde "…cı, …cu’lardan rahatsız olmak ve bölücülükle itham etmek, Ri­sale-i Nur’a ve Hazret-i Bediüzzaman’a dokunmaz mı?
Hem de bu "…cı, …cu’ları kaldırmak istemek, Âdem Aleyhisselâmdan beri kıyamete kadar devam edecek olan iman-küfür mücadelesini, yani en geniş tekâmül kanunu olan mübareze kanununu kaldırmak istemekle, hak-batıl karması olan decliyete kuvvet vermek gibi acib bir iddia olmaz mı?
Hem eskidenberi asıl bölücü olan muarızlar tarafından "…cı, …cu"larda ve bölücülükle itham edilmek istenen dinî cemaatler, asırlardan bu yana de­vam edip gelen ve İslâmiyete büyük hizmetler veren müslümanların faal kıs­mıdır, bu cemaatları âyet ve hadîsler, te’yid ve teşvik eder. İslama verilen za­rar cemaatların varlığından gelmez. Belki dehşetli zararlar; meslek taassubu ve tarafgirliği ve şer’î delillere dayanmayan menfi tenkidler ve bulaşılan bid’aları hizmet namına meşru göstermek için cerbezeli te’villerle yapılan neşriyat ve reislik hırsına kapılmak gibi davranışlardan geliyor.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şâmiye sh:99)
Demek müsbet dinî cemaatlar, hizmet-i diniyede gayretin artmasına sebebdir. O halde cemaat ve cereyanların varlığını değil, ihtilafa sebeb olan mezkur manadaki menfî davranışları ıslah niyetiyle ve hakaik-ı diniyeyi muhafaza kasdıyla ve ilmî ve şer’î usûle uygun tenkidler, yani tashihler yapılır. Böyle tenkidler, müslümanlar arasında bir gıybet ve ihtilaf değil, bir vazifedir.
Bediüzzaman Hazretleri bu şer’î kaideyi nazara verip der ki:
«Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i sâlihînin tenkidleri gibi.» (Sünuhat Tuluat Işarat sh:91)
Evet «En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar.»(Hutbe-i Şamiye sh:140)
Amma bu "…cı, …cu"lardan yalnız şer cereyanları kasdediliyorsa, bunu açık ifade etmek zarureti var. Çünki Türkiye’de bu itham ifadesini ekseriyetle dine muhalif olanlar kullanırlar. Mes’elenin garib tarafı, rahatsızlık eğer kıya­mete kadar devam edecek olan bu cereyanlardansa, o halde onlara gösteri­len dostlukla bu üzülme tezad teşkil etmesidir.
«Evet inkâr edilmez ki; kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh:241)
dendiği gibi bu iki mütezad cereyanın varlığı devam edecektir. O halde âlem-i İslâm’a yapılması emredilen dostluk ve kardeşliği, dost görünen sinsî düşmanlara çevirip onlarla dost olmak Kur’an: (3:118) (4:144) (5:151) ve em­sali âyetleriyle bildirilen şiddetli tehdide girer.
Avam tabakasına, hâmiyetkarlık edasıyla ve halâskarlık tantanalarıyla gö­rünüp sinsice ifsad eden cereyana hitaben Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onlann iyilerine karşı ciddî uhuv­vetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dost­luğumuz yok! Çünki ilhada giren ve Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini taşıyan islâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş firenk telakki ediyoruz! Çünki yüzbin defa Türkçüyüz deyip dava etse­ler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların davalarını tekzib ediyor.» (Mektubat sh:423)
4. "Nereye verirseniz verin, fakat mutlaka oy verin. Bu millet alışsın buna. Demokrasiye alışsın." (Hürriyet)
5. "Demokrasi bir süreçtir. Geriye dönülmesi mümkün değil. İnanan insanlarda en az başkaları kadar demokrasinin nimetlerinden yararlan­malı." (Sabah)
Bu iddialara cevab olarak, Ittihad Yayıncılık’ta neşredilen "İslâm ve De­mokrasi" broşürüne havale ederiz.
6. "Atatürk bu milletin başına gelmiş bir insandır. Memleketi idare etmiş. Ona hakaret benim milletime hakarettir… Devletin başına gelmiş bir insana karşı hakaret ettirmem. Dinde herhangi bir insanı yerin dibine batırma gibi bir vazife ve sorumluluk yoktur…. Devletin başından gelmiş geçmiş insan büyük insan demektir." (Sabah)
Hoca Risale-i Nur’un zıddını söylüyor. Şöyle ki:
«Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâmm nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı. » (Mektubat sh:414)
Devlet başına geçen insana büyük demek ile insanın makbuliyetindeki değerlendirmede dinî ölçünün tamamen zıddına gidildiğinden ele alınacak ta­rafı yoktur. Bedihî mes’elelerle meşgul olunmaz. Ancak Bediüzzaman ne demiştir, ona bakalım:
«Yine kararnamenin aynı sahifesinde, Said Nursî’nin mahkû­miyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki:
"Bütün ömrünü Türk vatanının dahilî ve haricî türlü tecavüz­lerden kurtulmasına hasr-ı vakfeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklâlinin sâdık ve fedakâr hadimi olan Atatürk’ü Süfyan ve İslam Deccalı, tagut, dalalet zındıka komite­sinin firavunmeşreb reisi, ehl-i dalâletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Ata­türk’ün sevgisini gönlünden sarsarak ve ona âlet olan has adam­larına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkûm ediyoruz."
Cevab: Yine Nur’un hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklâlini mahveden onun icraatı olduğuna bir delil şudur: Bu vatandaki milletin bin seneden beri Hristiyanm dehşetli umum devletlerine karşı 350 milyon manevî ihtiyat kuvveti hükmünde olan âlem-i İslam bütün ruh u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşma­nın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam manevî ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; 70-80 bir zaman 120 milyon Osmanlı Devleti o dindar raiyetiyle 400 milyon Hristiyan devletlerine karşı istiklâlini, istikbalini muhafaza ediyordu. İşte o reis, bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir ci­hette istiklâlini, istikbalini mahvettiği halde; nasıl istiklâl ve istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış denilebilir?» (Emirdağ Lahika mektublanndan)
Ayrıca, Emirdağ Lâhikası-ll sahife 31’deki "Lozan’ın İç Yüzü" adlı parça ve devamına da bakınız.
AVRUPAPERESTLERE YAKINLAŞMA
Hocanın Zaman Gazetesi’nde yayınlanan çok garib bir iddiasında
«Aslında toplum içindeki firavunlarla dahi uyum içinde yaşamasını bilemeyen böyle bir insanın, şahs-ı manevîyi temsil adına kabiliyetli ol­duğu söylenemez.» diyor.
İddiaya göre firavunlarla uyum içinde yaşamak, dinî üstün bir meziyet diye nazara veriliyor. Mezkûr iddianın Risale-i Nur’la ne kadar tezadî durumda ol­duğunu anlamak için şu ikaz ve derslere bakalım:
Hak ve bâtılın karşı karşıya gelmesiyle meydana gelen mübareze kanunu neticesi olarak ebrarın esrardan nefretle uzak durmaları, sahabeler devrinde en ileri derecede olduğundan sahabelerin üstün bir kemalat kazandıkları, sonraları ise mübareze kanunu zayıflamakla ebrar ve esrar arasındaki me­safe azalarak içice girip, ebrarın esrara karışmasıyla şerre nefret edilemez olup ahlâk-ı içtimaiyenin bozulduğunu beyanla asrımızın dikkatini çeken Hazret-i Üstad diyor ki:
«Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır orta­sında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı.…… Halbuki o zaman­dan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki me­safe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi be­raber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.» (Sözler sh:489) (1)
(1) “Şualar 587p.l’de beyan olunan dördüncü devrenin ana hususiyeti "vaziyeti muhafazaya çalışır" şeklinde ifade edilmiştir. Yani hak-batıl karması ve ehl-i hak ile ehl-i dünyanın ihtilatı ve dostluğunu telkin edip mezkûr manadaki decliyeti muhafazaya çalışılacak demek oluyor.
O halde 4. devrede muhdes hâdiseler, ekseriyetle bu decliyeti muhafaza maksadına göre ihdas olunur ve hâdisenin arkasından da bütün neşriyat yollarıyla aynı maksada vesile edilecek şekilde o hâdiseler tefsir edilerek telkinler sürdürülür.
Şu halde geniş dairede ihdas olunan hâdisenin arkasında ehl-i nifakın neşriyat ve telkinlerinden maksadlarını anlayan ve aldatılamayan ferasetli mü’minler, şer’î usûle uygun ikazatta bulunmaları gerekiyor.
Risale-i Nur mesleğinde bu ikazlar Risale-i Nur’un dersleriyle ve neşriyle yapılır.
İşte bu derste anlatılan zararlara düşmemek için mimsiz medeniyet ehline yanaşmamak gerektiğine dikkat çeken Hazret-i Üstad şu ikazda bulunuyor.
«Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya da­lalete düşer boğulursunuz.» (Mesnevî-i Nuriye sh:126)
Hattâ Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya yanaşıp temas etmiş olsaydı binler adamlar Risale-i Nur’a girip neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ders verir ve der ki:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mec­buriyet tahtında bir cevabdır.]
Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmi­yorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur daire­sine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu ka­dar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İla-hiyeye dayanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:38)
Ehemmiyetine binaen aynı mes’eleyi teyid eden diğer bir mektubunda şöyle der:
«Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!
Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas eden­ler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: "Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun?……
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücu­muna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermi­yor, onları arayıp tâbi’ olmuyor., tâ avam-ı ehl-i imanın naza­rında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye âlet olma­dığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:74)
Şefkat tokatları bahsinde, bahsimizle alâkadar üç numune:
«Şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabas­busa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
îşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen gel­miş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muha­tabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay ka­dar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da "Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki: O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziya­dır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarınm meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu’ ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.» (Lem’alar sh:44)
«Dokuzuncusu: Büyük Hafız Zühdü’dür. Bu zât, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görme­yerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi.» (Lem’alar sh:45)
«Onuncusu: Hafız Ahmed (RH) namında bir adamdır. Bu zât, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulu­nuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zaîf bir dama­rından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir suhulet olsun.» (Lem’alar sh:45)
«Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şim­diye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu ol­mak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i islâm’da Nurların hakikî ihlasma böyle bir şübhe gelecekti ki: ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş­lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi­yorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük za­rar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri (şimdi yetmiş seneden beri Naşir) İslâmiyetin şiarına mu­halif şeylere baş eğmiyorlar.»(Emirdağ Lâhikası-II sh:107)
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fışkı açık işleyen fasık, hevasına uyan kişi, zalim hükümdar.» (Rumuz-ul Ehadîs sh:267)
Diğer bir hadiste de şöyle buyuruluyor.
Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.» (Beşyüz hadîs sh:481)
Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, mil­letçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve mü­samaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.
Ehl-i dünyaya yanaşmamakla beraber, menfi tarzda dahi meşgul olmamak hakkında bir sual ve cevabı:
«Üçüncü vehimli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dün­yadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyo­rum. Fakat karışmıyorum. Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşün­meye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalb de bizi sevsin" demeye…» (Mektubat sh:68)
Hazret-i Üstad hükümete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anla­tırken der ki:
«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçı­yorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetinıden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara mü­racaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (Mektubat sh:74)
Bid’alardan uzak durmak zarurî iken, aksine hareketle ehl-i dalalete safdilane taraftarlıktan gelen musibet-i amme hakkında Hazret-i Üstadın bir ikazı:
«Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnet’in selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünme­mesine hususî iki sebeb ihtar edildi:
Birincisi: Bu asrın acib bir hassasıdır. (Haşiye: Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.) Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adam­dan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âm­menin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i îlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kafiye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinaye­tini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa baş­kalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bak­mağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (Kastamonu Lahikası sh:25)
Bu hareket tarzı, bir nevi şerre dua ve davet demektir.
Evet Kur’anda zikredilen bu şerre dua meselesi ise, bilhassa asrımızda bazı safdil müslümanlarm çok garib bir halidir. Şöyle ki:
Yani: "İnsan hayra dua eder gibi, şerre dua veya şerri davet eder.
Sanki o büyük ecre dua ediyormuş gibi, o elîm azaba dua eder. Veya ef aliyle o azabı davet eyler.»
Yani bid’atlara müsamaha gösterir ve ihtilat edilirse, içtimaî hayata sirayet eder ve fitne şiddetlenir.
Evet «Binler müslümanlarm hayat-ı ebediyelerini mahve­den ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günah­lara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak vemerhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir ga­dirdir.» (Kastamonu Lahikası sh:75)
Gizli ifsad cereyanının bir de hulul plânları vardır. Yani dine dostluk kisvesiyle suret-i haktan görünüp ve dine hizmet perdesi altında yavaş yavaş bid’alara alıştırmakla veya ihtilaflara sebebiyet verip ifsad etmeye çalışırlar. Bu nifak tarzındaki ifsadın hücum tarzından daha fena olduğunu bildirip ikaz eden Hazret-i Üstad diyor:
«Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vaz­geçip, dostane hulul edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizme­tinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.»(Kastamonu Lahikası sh:147)
«Bazı da dost suretinde hulul edip, korkutmak mümkünse,habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. "Aman, aman Said’e yanaş­mayınız! Hükümet takib ediyor" diye zaîfleri vazgeçirmeye çalışı­yorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar.» (Emirdağ Lahikası-I sh:125)
«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladı­lar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarmdan ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damar­larından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yo­lunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: "Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir." gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh:690)
NETİCE:
Onüçüncü Lem’anın Beşinci işaret’inde nazara verilen insanın acib hissiyatının garib hallerini ehemmiyetle nazara alıp, kişiler hakkında menfî hüküm­ler vermede çok dikkatli olmak gerektiğinden kişilerin şahsıyla meşgul olma­mak ve düşmanlık yapmamak lâzımdır. Ancak kişilerin zahir hal ve hareketle­rinde görülen hatalar, yani şer’î ahkâma açık muhalefetler tenkid edilip ahkâm-ı şer’iye muhafaza edilmelidir ve bu bir vazife-i diniyedir. Garazkârlık ve kindarlık kaldırmaz.
Bu zât kendi istek ve tercihiyle geniş dairede hizmet etmek istiyor. Fakat Nurculuk hizmetinin namına konuşmalarını, beyanlarını kabul etmiyoruz. 

Mezkûr faaliyetleri de kendi tercihleridir. Risale-i Nur’da beyan ve izah edilen Haslar dairesinde Nur-İman hizmetkârlarının takib ettiği hizmet düsturlarına ve İttihad-ı İslâm ve ehl-i imanın uhuvveti prensibine çok defa zıt hareket ediyor.

 Bu yüzden mezkûr beyanlarına hakiki Nur Talebeleri kesinlikle iştirak etmiyorlar.



“Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar! Oysa göklerdekiler ve yeryüzündekiler isteyerek veya istemeyerek hep O’na boyun eğmişlerdir ve O’na döndürüleceklerdir.” (Âl-i İmran 3/83)
Allah’ın dini birdir. Tüm peygamberler ona çağırmıştır… YeryüzündeAllah’ın sistemini yürürlüğe koyan, ona bağlılık gösterip tüm varlığını adama ile gerçekleşecek olan İslâm evrenin değişmez yasasıdır. Bu kâinatta her canlının dini odur. Bu, İslâm’ın ve teslimiyetin kapsamlı, engin bir tablosudur; insanların gönüllerine inen ve vicdanlarını etkisi altına alan evrensel tablo! Tüm canlı ve cansızları bir yasaya, bir kanuna, bir sonuca götüren üstün ve egemen bir yasanın tablosudur bu.
“Ve O’na döndürülecekler.” En sonunda yüce tasarlayıcı, egemen ve hakim olan Allah’a dönüşten başka çıkar yolları yoktur.İnsan kendi mutluluk ve rahatını, gönül huzurunu, durumunun düzelmesini diliyorsa; kendi gönlünde, hayat tarzında ve toplum hayatında Allah’ın yoluna dönmelidir. Zira bunun dışında evrenin tüm düzeni ile uyum sağlayacak bir sistem yoktur. İnsan kendi başına bir yaşam tarzı düzenlerse, Rabbinin düzenlediği evrenin sistemiyle uyuşmaz. Oysa insan evrende yaşar ve evrenin düzeniyle ilişki içinde olur. Düşüncesinde ve bilincinde, realitesinde ve ilişkilerinde, işinde ve çalışmasında insanın nizamı ile evrenin düzeni arasında bir uyum sağlanırsa, insanın gücü kâinat güçleriyle çatışma yerine onlarla işbirliğini garanti eder; kâinat güçleriyle çatıştığında ise paramparça ve darmadağın olur gider. Allah’ın kendisine bağışladığı yeryüzünde hilafet görevini yerine getiremez. İlahi sisteme boyun eğdiğinde, hem kendisine hem de kâinattaki bütün canlılara egemen olan evrenin yasalarıyla uyum içine girer. ... İnsanın fıtratı temelde evrenin yasasıyla uyum içindedir... İnsan, yaşam düzeni ile bu değişmez yasanın dışına çıktığında yalnız evrenle çatışmakla kalmaz, her şeyden önce fıtratı ile çatışır, güçsüz düşer, darmadağın olur, sarsılır, şaşkınlığa düşer ve böylece bugünkü yolunu şaşırmış, talihsiz insanlığın yaşadığı gibi onca bilimsel başarılara, maddî ve medeni bütün kolaylıklara rağmen, işkence içinde ve bunalımlar içinde yaşar.
Bugün insanlık acı bir boşluğun ıstırabını çekmektedir. Bu boşluk; ruhun fıtratının, yokluğuna katlanamayacağı gerçeklerden boş bırakılmasıdır.İman gerçeğinden, hayatının ilahi yoldan uzak kalma boşluğundan, kendi hareketi ile içinde yaşadığı evrenin hareketini koordineli hale getiren yoldan mahrum oluşudur. İnsanlık, içinde yaşadığı susuz çöllerin kavurucu sıcaklığında, nemli serin gölgelerden uzak kalışın boşluğunun ıstırabını çekmektedir. Doğru çizgiden, alışılmış, belirginleşmiş yoldan uzak kalışın içinde yüzdüğü ıstırap ve bataklığın boşluğundan!..
Bu nedenle insanlık; bedbahtlık, ıstırap, şaşkınlık ve sıkıntı içindedir.Mahrumiyet, açlık ve boşluğu somut olarak yaşamaktadır. Afyon, esrar ve uyuşturucularla, delicesine hız yarışıyla, ahmakça maceralarla, hareketlerde, giyinişte ve yemede anormalliklerle kendi realitesinden kaçmak istemektedir. Maddi bolluk, bol üretim, kolay yaşam ve boş zaman onun bu boşluğunu dolduramamaktadır. Aksine maddi bolluk, uygarlık alanındaki kuşatıcı gelişmeler, yaşam şartları ve vasıtalarının kolaylaşmasında görülen artış kadar insanlığın şaşkınlığı, sıkıntıları ve boşlukları da artmaktadır. Bu korkunç boşluk, dehşetli bir hayalet gibi insanlığı kovalamaktadır. O kovalamakta, insanlık ise kaçmaktadır. Yalnız bu kaçış da onu korkunç boşluğa salıvermektedir!
Dünyanın zengin ve servet sahibi ülkelerini gezenler, bu insanların boşluğa koşuşan topluluklar olduğunu ilk bakışta görecektir. Kendilerini kovalayan hayaletlerden kaçan, kendi kendilerinden kaçan ve bataklıkta debelenme derecesine varan bir kaçış somut nimetler, maddi bolluk, kısa zamanda sinirsel ve psikolojik hastalıklara, anormalliklere, sıkıntılara, streslere, uyuşturucu ve sarhoşluk verici maddelerin tüketimine, cinayetlere zemin hazırlamış, artık, hayatın hiç de güzel bir yanı kalmamıştır!
Bu insanlar bir türlü kendi kendilerini bulamıyorlar. Çünkü varlıklarının gerçek amacına varabilmiş değiller. Onlar mutluluklarını bulamıyor; çünkü kendilerinin hareketi ile evrenin hareketi, kendi düzenleri ile varlık yasası arasında bir ahenk oluşturacak Allah’ın sistemini bulamıyorlar. Onlar huzuru bulamıyorlar; çünkü kendisine dönecekleri Allah’ı bilmiyorlar. (Fî Zılâli’l-Kur’ân)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder