İşte bu iki temel ilişki aslında toplumsal uzlaşmayı ya da çatışmayı belirler. Eğer kolektif değerler bireyin farklılığına saygı duyuyorsa o toplumda “görünen” ile “gerçek” arasındaki farklılık makası azalır. Dolayısıyla kavga da azalır. Tersi durumda ise çatışma artar.
Yani insanların hayatta tutunabilmek adına, kolektif yapıya uyum sağlamak üzere geliştirdiği roller çok önemlidir. Bu rollerin gerçekten çokça uzaklaştığı durumlarda, bireyin kendine olan saygısı da azalmaya başlar. Yani bir şahsiyet kayması söz konusu olur.
Yine toplumsal değerler yozlaşır ve bireylerin hayatta kalmak adına giriştiği bu roller bireyin vicdanıyla çatışmaya girerse o zaman şahsiyetler zedelenir. Şahsiyeti zedelenmiş bireyler ise Moreno’nun ifadesiyle “sosyal atom”lar, bozulmuş bir toplumsal yapının habercileridir.
Bu kadar teorik anlatım sanırım yeterlidir. Bundan sonraki kısımda da bu teorik anlatımın sebebine değinmiş olalım.
Uzun bir dönemde kendi hayatımın da içerisinde olduğu ilişkiler ağına dair gözlemlerim oldu. Bu gözlemleri yaparken de “sosyometrik matrix” ile yani görünen ile göremediğimiz ama ilişkilerimizi yöneten sevgi, nefret, çıkar vb. duyguların aslında görünene “sahte”ye ne denli hükmettiğine şahit oldum.
İnsanların aslında hissetmediği ama yaşadığı toplumdan tecridi de göze alamadığı için “hissediyor-muş” gibi yaptığı çokça davranış gözlemledim.
Elbette birlikte yaşamak bir uzlaşma işidir. Fakat bu uzlaşmada tarafların onurları mutlaka korunmalıdır. Saygınlıkları asla zede almamalı ve toplamdan farklı birer değerlerinin de olduğu hissettirilmelidir.
Oysa bugün hegemonik bir biçimde insanların farklılıklarını içerisinde eriten, geliştirdiği rollerle onları âdeta “çıkarı için her yolu hoş gören” konumuna düşüren “sahte”, maalesef “gerçek” olanı yenme noktasına varmak üzeredir.
Pek çok kimse, çıkarını korumak üzere kimliğinde taşımadığı sahte rollerle yaşıyor. Sürekli bu sahte rolle yaşamaya maruz bırakılan insan ise bir yerden sonra normal olanı unutup ruhsal bir çelişkiye ve çöküntüye kapılıyor.
Yani inandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Tabii, böyle bir ortamda gerçeğin dillendiricisi olmak da cesaret gerektiriyor. Öyle zannediyorum ki işte çokça bedel ödeyerek bu “sahte”ye karşı gerçeği haykırma cesaretini bulanlar, toplumlar tarafından kahraman ilan ediliyorlar; kendi yapamadıklarını yaptığı için.
Bugün maneviyat şirazesinden çıkmış pek çok davranışın esiri olmuş, insanı değersizleştiren ve ona çıkarı için yalan söylemeyi “meşru” gösteren bu kapital temelli tüketme modeli, madde gibi manayı da yedi bitirdi.
Diğerkâmlığı, paylaşmayı hatta kendinden önce kardeşini öncelemeyi öğreten, fütüvvet sahibi insanların toplumuna ne oldu acaba.
Düşene, yolda kalmışa yardım eden, göçmen kuşları bile hesap dışında bırakmayacak kadar inceden irdeleyen, sıcaktan bunalmış insanına taa dağların tepesinden kar taşıyan, evlenecek kızların çeyizini bile dert edinen bir mazinin mirasçılarına bu mirası kim reddettirdi.
“Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” düsturundan çıkarma gayretlerine prim verenlerimizin sayısı neden bu denli yükseldi.
Bu milletin davranışına yansıyanı ile yüreğinden, beyninden geçeni arasında yeniden bir denge kurmak ve onları barıştırmak zorundayız.
Aksi hâlde çatışma ve kavgayı bitirmek mümkün olamaz. Bireyi dengede olamayan bir toplumun dengede olması beklenemez.
Tarihsel, kültürel ve ahlaki mirasımız gösteriyor ki bu toplum asla “içi başka dışı başka”lara bırakılamaz...
TÜRKİYE Gazetesi / İsmail Öz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder