Kelime olarak “ipi sağlam bükmek, birini sert bir yere düşürmek, düşmanlık, cephe almak, mücadele etmek, sert bir şekilde tartışmak, münakaşa etmek” gibi anlamlara gelen cedel, Latincedeki dialectica kelimesinin Arapça karşılığıdır. Terim olarak felsefe ve mantıkta farklı şekilde tanımlanır. Mantıkta cedel, meşhur olan (meşhurât) ve doğru kabul edilen (müsellemât) öncüllerden oluşan kıyastır.1 Felsefe ve kelamda ise bir düşüncedeki çelişkileri tartışarak gösterme sanatı şeklinde tanımlanmaktadır.2
Cedelin Latince karşılığı olan diyalektik filozoflar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Zenon’a göre diyalektik, “karşıt görüşlü kimselerin düşüncelerindeki çelişkinin tartışma yoluyla ortaya koyulması”; Sokrates’e göre “gerçeğe ulaşmak, kavramları açığa kavuşturmak ve tarif etmek için tez ve antitez halinde yürütülen karşılıklı konuşma yöntemi”; Eflatun’a göre “varlıkları cinslere ve türlere ayırarak duyular aleminden ideler alemine (mahsusâttan makulâta) ulaşma vasıtası ve mutlak gerçeği keşfetme mantığı”; Aristo’ya gör “muhataba belli bir düşünceyi kabul ettirmeye yarayan ve sonucu itibariyle ihtimal ifade eden akıl yürütmelerde kullanılabilecek zannın mantığı” şeklinde tanımlanmıştır.3
Aristo diyalektiği “ihtimali öncüllerden sonuç çıkaran kıyas” şeklinde tanımlamakla, kesin öncüllere dayanan burhandan farkını ortaya koymaktadır. Buna göre burhanın öncüllerinin bizatihi ilk ve kesin doğrular olmasına karşılık, cedelin (diyalektik) öncülleri bütün insanların veya çoğunun ya da filozoflardan bir bölümünün veya çoğunun yahut en ünlü ve yetişkinlerin zanlarından oluşan bilgilerdir.4
İbn Sina’ya göre cedel “bir fikri meşhur veya genellikle kabul görmüş mukaddimelerle ispat etme ve savunulan fikre zıt bir görüş benimsememe sanatı”dır. Ona göre aklî ve tabii ilimlerde aklî zaruretlerden doğan burhanın kullanılmasına karşılık dinî, ahlakî, siyasî ve sosyal problemlerin çözümünde insanların ortaklaşa kabul ettikleri hükümlere dayanan cedel metoduna da başvurulmalıdır. Gazali’ye göre cedel “doğru olanın ortaya çıkması, yanlış olanın yanlışlığının anlaşılması veya zannî bilginin kuvvetlenmesi için taraflar arasında yapılan tartışmadır.”5
İbn Sina’ya göre cedel “bir fikri meşhur veya genellikle kabul görmüş mukaddimelerle ispat etme ve savunulan fikre zıt bir görüş benimsememe sanatı”dır. Ona göre aklî ve tabii ilimlerde aklî zaruretlerden doğan burhanın kullanılmasına karşılık dinî, ahlakî, siyasî ve sosyal problemlerin çözümünde insanların ortaklaşa kabul ettikleri hükümlere dayanan cedel metoduna da başvurulmalıdır. Gazali’ye göre cedel “doğru olanın ortaya çıkması, yanlış olanın yanlışlığının anlaşılması veya zannî bilginin kuvvetlenmesi için taraflar arasında yapılan tartışmadır.”5
İbn Haldun’a göre cedel, farklı itikadî ve fıkhî mezhep mensupları arasında meydana gelen münazara adabını öğreten ilimdir. Tehanevî’nin cedel tanımı ise daha kapsamlıdır: Cedel, dinî konularla ilgili delilleri kullanma usullerini öğreten ilimdir.6
Cürcanî’ye göre cedel, hakkı ortaya koymak veya bir şeyin batıl olduğunu göstermek amacıyla karşıt görüşlü iki kişi arasında gerçekleşen tartışmadır.7 Cüveynî ise cedeli “tartışan tarafların görüşlerinin gereklerini savunma ve muhalefet yoluyla ortaya çıkarmaktır” şeklinde tanımlamaktadır.8
Hacı Halife’ye göre cedel, (delilleri) kuvvetlendirme ve nakzetme yollarını gösteren bir ilimdir. Ona göre cedel, münazaranın bir alt dalıdır ve hilafa dayalı bir ilimdir. Münazara gibi mantığın bir parçası olan cedel, dinî konulara has olması yönüyle ondan ayrılır. Cedelde kullanılan prensiplerin bir kısmı münazaradan, bir kısmı da hitabetten alınmıştır. Bununla birlikte cedelde herhangi bir alana ait olan prensiplerin kullanılması da mümkündür.9
1- Emiroğlu, s. 216.
2-Yusuf Şevki Yavuz, “Cedel”, DİA, c. 7, s. 208-210.
3-Emiroğlu, s. 215.
4-Yavuz, “Cedel”, s. 208-210.
5-İmam Gazali, el-Müntehel fi’l-Cedel, Beyrut h. 1424- m. 2004, s. 305.
6-Yavuz, “Cedel”, s. 208-210.
7-Şükrü Özen, “Hilaf”, DİA, c. 17, s. 527-538.
8-Cüveynî, s. 20.
9- Hacı Halife, s. 579.
İlmin tarifleri içinde en beğendiğim tariflerden biri, söz kuşunu kelamın zirvesine birini nahvin diğerini belagatin temsil ettiği bir çift kanatla uçuran çizginin cins mümessillerinden İbn Faris’in yaptığı tariftir:
“el-‘Ilmu yedullu alâ eserin bi’ş-şey’i yetemeyyezu bihi an ğayrih” (İlim, bir şeyi ona ait olmayandan seçip ayırmaya yarayan bir iz/alâmet ve işarettir.” (Mekayisu’l-Luğa)
Bu tarif şu üç hususu bünyesinde taşır:
1. İlim sebep değil sonuç, cevher değil arazdır. Zira ilmin sebebi ilme konu olan şeyin kendisidir. İlim ise o şeyin bilgisidir. Dolayısıyla bilgimizin varlığı, bilinenin varlığına bağlıdır. Beşeri bilginin ilahi bilgiden ayrıldığı nokta da burasıdır.
2. İlim seçip-ayırmak manasına gelen “temyiz”dir. Bilmek, seçmek ve ayırmaktır. Mamafih bir bilgi sahibinin seçip ayırma yeteneğini geliştirmiyorsa, o “İlim” değil, belki “veri” ve “data” anlamında bir bilgidir.
3. Bir malumatın “ilim” hüviyetini alabilmesi için, gösterge ve işaret (eser) olan bilgi ile o bilginin gösterdiği hakikat arasındaki asli bağ keşfedilmeli ve koparılmamalıdır. “İşaret” denilmeye layık her göstergenin bir de “işaret ettiği şey” vardır. İşaret ile işaret edilen veya gösteren ile gösterilen arasında sahici bir bağ kurulduğunda, “bilgi” “ilme” dönüşecektir. Aklın bu bağı kurma işlemine Kur’an “taakkul” adını vermektedir.
Sıradan Bilgilerin vahyin “ilim” adını verdiği şeye dönüşmesi için, insan zihninde bir çevrim istasyonu bulunmalıdır. Bu istasyon muhakemedir. Bir ilahi inşa projesi olan vahyin amacı, insan zihnindeki söz konusu çevrim istasyonunu programlamaktır. Bu sayede sıradan bir bilgi, hayatın illet, hikmet ve gayesini gösteren bir “ilme” dönüşüverir.
Şeran istenilen cedelleşme, hakkın tahkiki ve bâtılın iptali için olanıdır. Delili Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
Rasûl’üm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl 125)
Ve Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
“De ki: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” (Bakara 111)
Allah korkusunu her şeyin önüne geçirmek, O’na yaklaşmayı kasdetmek ve emrine imtisâl ederek rızasını aramaktır.
Hasımı yenmeye çalışmaksızın, kahrü perişan etmeksizin ve üstünlük sağlamaksızın hakkı hak kılmaya, bâtılı iptal etmeye niyetlenmek. Eş-Şâfiî: “ Muvâfık kılmak, doğruluğa yöneltmek, yardımlaşmak ve Allah’ın üzerinde gözetimi ve korumasını istemem dışında, hiç bir kimse ile katıyen konuşmadım. Ayrıca yine Allah’ın, sadece benim lisânım veya onun lisânı üzere hakkı beyan etmesine önem vermem dışında hiç bir kimse ile asla konuşmadım.” Demiştir. İbn-u Akîl de: “ Hakkın zaferi amaç edinilmediği her bir cedelleşme, hiç şüphesiz sahibi üzerine bir vebâldir ” demiştir.
Böbürlenmeyi, makam, kazanç, münakaşa ve gösteriş arzusunu kasdetmemek.
Allah için, dini için ve hasımı için nasîhat vermeye niyetlenmek. Çünkü din bir nasîhattır.
Razı olduğu şeye muvaffık kılması için Allah’a yalvarıp niyâz eylemek.
Cedel metodu sâlih, heyeti, manzarası da sâlih olması gerek. İbn-u Abbâs’tan Rasûlullâh (sav)’in şöyle buyurdukları rivâyet olunmuştur:
Müracâat edecekleri bir asıl üzerinde hasımı ile ittifak etmek. Kafir ile üzerinde ittifak edilen asıl, ancak aklî olur. Müslüman ile üzerinde ittifak edilen asıl ise, ya akıl olur ya da nakil olur. Akıl, Akliyatta müracâat kaynağıdır, teşrîlerde ise, nakil asıldır. Sebebi ise, Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
“ Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûl’e götürün.” (Nisâ 59) Yani Kitab ve sünnete götürün.
Hasmını hor görmemek ve halini, durumunu küçümsememek.
Hasımın saçmalığına sabretmek, ona karşı ağır başlı olmak ve sürçmesini bağışlamak. Ancak sefih olması hariç, bu takdirde onunla cedelleşmekten ve saçmalıklarından yüz çevrilir.
Hiddetlenmekten ve tasalanmaktan kaçınmak. İbn-u Sirîn: “Hiddetlenmek; cahilliğin künyesidir.” Der. Yani cedelleşmekte. Et-Tabarânî’nin, İbn-u Abbâs’tan Rasûlullâh (sav)’in
“ Ümmetimin en hayırlılarına hiddet musallat olur.” Buyurduklarına ilişkin rivâyetine gelince; bunun senedinde Selâm İbn-u Müslim Et-Tavîl vardır ki, o metrûktur. Et-Tabarânî’nin, Alî İbn-u Ebî Tâlib’dan Rasûlullâh (sav)’in
“Ümmetimin ne hayırlıları, en hiddetli olanlarıdır. Onlar öyle kimselerdir ki, öfkelendiklerinde (öfkelerinden) çabuk dönerler.” Buyurduğuna dâir rivâyetinde de Nuaym İbn-u Sâlim İbn-u Kanber vardır ki, o kezzâbtır.
Kendisinden daha iyi bilen birisi ile cedelleştiği zaman, ona: “Yanıldın veya kelamın yanlıştır.” Dememeli, ancak şöyle söylemelidir: “Biliyormusun, bir kimse şöyle derse veya şöyle bir itirazda bulunursa.” Ne demeli!. Yahût da danışan, irşat isteyen bir siğa ile itiraz etmelidir. Tıpkı şöyle demesi gibi “Doğru olan şöyle şöyle demek değil mi?”
Cevap vermenin mümkün olabilmesi için hasımın getirdiğini iyice düşünmek ve anlamak, ayrıca hasım kelamını bitirmeden önce konuşmak için acele etmemek. İbn-u Vehb’den Mâlik’i şöyle derken işittim dediği rivâyet olunmuştur: “Anlamadan önce verilen bir cevapta hayır yoktur.”. Hasımın konuşmasını kesmek edepten değildir. Amma hasım münakaşacı, inatçı, geveze ve lâfazan biri ise, aslolan onda böyle bir şeyin varlığını bildiğinde onunla münâzara yapmamaktır. Fakat münâzara esnasında bunu keşfederse, ona nasîhat eder. Şayet buna riâyet etmezse, konuşmasını keser.
Yüzünü hasımına karşı dönmek ve münâzaranın hakkını hafife alarak, hazır bulunanlara ister kendisine muhalefet etsinler isterse kendisine muvâfakat etsinler iltifat etmemek. Eğer bunu hasımı yaparsa, ona nasîhat eder, hâla uslanmıyorsa, münâzarayı keser.
İnatçı ve kendi görüşüyle övünen kimseyle münâzara etmemek. Çünkü kendini beğenen kişi, hiç bir kimseden bir sözü kabul etmez.
İster buğz kendisinden olsun, isterse hasımından olsun buğzettiği kimse ile münâzara etmemek.
Bilhassa hasımına göre marûf olan konularda, kelamı açmamak, uzatmamak. Aksine maksada halel getirmeyen veciz, muhtasar bir ibâreyle hüküm noktasına, yani münâzara mevzûsunu teveccüh etmek.
İlmi ve ehlini küçümseyen kimselerle veya münâzara ve münâzara eden kişileri önemsemeyen sefîhlerin huzurunda münâzara etmemek. Mâlik şöyle demiştir: “ Bir adam, ilme itâat etmeyen kimsenin huzurunda konuştuğunda, bu ilme hakarettir, aşağılamaktır.”
Hasımının lisanından ortaya çıksa dahi hakkı kabul etmekten hayıflanmamak. Çünkü hakka rucû’ etmek bâtıl üzerinde ısrar etmekten daha hayırlıdır ve nihayetin de, sözü dinleyipte en güzeline uyan kimselerden olur.
Zarûri bilgileri bilerek inkâr etmemek. Aksi takdirde kibirlenmiş olur. Bu aynen kâfirlerin, müslümanlara olan düşmanlığını bilerek inkâr eden veya müslümanların ülkelerinde kâim olan nizâmların küfür nizamları olduğunu, yani islâm ile hükmedilmediğini kasden reddeden kimselerin hali gibidir.
Allah Subhanehu bizleri söz dinleyen ve sözün en güzeline en doğrusuna tabii olanlardan kılsın.
Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)
“Allah Tealâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.” (Tirmizî, Tefsir, 44; İbn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/252)
Bilgi yönünden insanlar dört gruba ayrılır:
1- Bildiğini bilen,
2- Bildiğini bilmeyen,
3- Bilmediğini bilen,
4- Bilmediğini bilmeyen.
Bildiğini bilen: Böyle kimseler makbuldür. Kendinden emindir. Cesurdur, bir çok işi başarır. Bir arkadaş var. Bilgisayar dahil, “Her aleti çalıştırabilirim, çünkü bunu da benim gibi bir insan yapmıştır” diyor ve kendinden emin olduğu için de başarabiliyor.
Bildiğini bilmeyen: Böyle kimseler ikaza muhtaçtır. Çekingendir. Ben bu işi başaramam diye korkar. Gerekli ikaz yapıldığında o işi rahat başarır. Mesela yine bir arkadaşım var. Bilgisayardan anlamam, o bana konuşmaz dedi. Yanına bir otur dedim, patlar, çatlar diye cesaret edemedi. Israr ettim, “Bunun bilgi ile, kültür ile ilgisi yok. Azıcık cesaret yeter” dedim. Şimdi bilgisayarı rahat kullanıyor.
Bilmediğini bilen: Böyle kimseler haddini bilir. Her şeye burnunu sokmaz. Kendi işi ile meşgul olur. Böyle kimseler her zaman takdir görür.
Bilmediğini bilmeyen: Böyle kimseler hem kendine, hem topluma zarar verir. Hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Yani hem kel, hem foduldur. Her şeye burnunu sokar.
Kendileri ile beşeri münasebet kurmak yönünden insanlar dörde ayrılır:
1- Çamur gibi olanlar.
2- Gıda [besin] gibi olanlar.
3- İlaç gibi olanlar
4- Hastalık gibi olanlar.
Çamur gibi olanlar: Ne kokar, ne bulaşır. Hiç kimseye yararı ve zararı dokunmaz. Varlıkları ile yoklukları arasında fark olmayan kimselerdir.
Gıda gibi olanlar: Herkesin her zaman ihtiyaç duyduğu kimselerdir. Böyle kimseleri arayıp bulmalı, bulunca da, kaybetmemek için gerekli tedbirleri almalıdır.
İlaç gibi olanlar: Ancak ihtiyaç zamanında işe yararlar. Böyle kimseleri de ihmal etmemelidir.
Hastalık gibi olanlar: Bu tip insanlara hiç ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdara etmek gerekir.
Alimler cedel ile münâzarayı birbirinden ayırmakla beraber, münâzaranın tartışmaya(cedele)dönüşmemesi için de bazı ahlâkî kurallar tesbit etmişlerdir.
1.Münâzara adabı ve kurallarını bilmeyen kimselerle tartışılmamalıdır.
2.Her iki taraf da kendi fikirlerinin üstün gelmesini değil, hakikatin ortaya çıkmasını gâye edinmelidirler.
3. Muhâtaba karşı nâzik ve saygılı bir tavır takınılmalıdır. Çünkü kaba bir hareket muhâtabında kabalaşmasına ve münâzaranın cedele dönüşmesine sebep olur.
4.Muhâtabın fikrini ortaya koyabilmesi için fırsat tanınmalı, sözü kesilmemeli, muhâtabın gerçeği ortaya çıkarmasına engel olunmamalıdır.
5.Muhâtabın sözü anlaşılmadan müdâhale edilmemelidir.
6.Tartışırken sözü aşırı derece uzatmamalı, lüzumsuz tafsilata girilmemeli, konunun anlaşılmasına engel olacak kadar da kısa tutulmamalıdır.
7.Konunun dışına çıkılmamalıdır.
8.Tartışmada anlaşılmayan, kapalı ve yabancı lafızlardan kaçınılmalıdır.
9.Tartışma esnasında muhâtabı küçük düşürücü söz ve davranışlardan kaçınılmalı, muhâtabı cehâletle itham etmemeli, tahkir, istihza, gülme, hiddetlenme gibi olumsuz tavırlar sergilenmemelidir.
10.Her iki taraf da hakikat, kendi savundukları fikrin aksi çıktığında hakikati kabul edecek bir olgunlukta olmalı ve “Ben böyle bilmiyordum, ben böyle düşünmüyordum. Evet, konu böyle olmalı” diyebilmelidir.
11.Tartışma meclisini yönetenler tartışmanın düzenli bir şekilde geçmesini temin etmelidirler.
1- Emiroğlu, s. 216.
2-Yusuf Şevki Yavuz, “Cedel”, DİA, c. 7, s. 208-210.
3-Emiroğlu, s. 215.
4-Yavuz, “Cedel”, s. 208-210.
5-İmam Gazali, el-Müntehel fi’l-Cedel, Beyrut h. 1424- m. 2004, s. 305.
6-Yavuz, “Cedel”, s. 208-210.
7-Şükrü Özen, “Hilaf”, DİA, c. 17, s. 527-538.
8-Cüveynî, s. 20.
9- Hacı Halife, s. 579.
İlmin tarifleri içinde en beğendiğim tariflerden biri, söz kuşunu kelamın zirvesine birini nahvin diğerini belagatin temsil ettiği bir çift kanatla uçuran çizginin cins mümessillerinden İbn Faris’in yaptığı tariftir:
“el-‘Ilmu yedullu alâ eserin bi’ş-şey’i yetemeyyezu bihi an ğayrih” (İlim, bir şeyi ona ait olmayandan seçip ayırmaya yarayan bir iz/alâmet ve işarettir.” (Mekayisu’l-Luğa)
Bu tarif şu üç hususu bünyesinde taşır:
1. İlim sebep değil sonuç, cevher değil arazdır. Zira ilmin sebebi ilme konu olan şeyin kendisidir. İlim ise o şeyin bilgisidir. Dolayısıyla bilgimizin varlığı, bilinenin varlığına bağlıdır. Beşeri bilginin ilahi bilgiden ayrıldığı nokta da burasıdır.
2. İlim seçip-ayırmak manasına gelen “temyiz”dir. Bilmek, seçmek ve ayırmaktır. Mamafih bir bilgi sahibinin seçip ayırma yeteneğini geliştirmiyorsa, o “İlim” değil, belki “veri” ve “data” anlamında bir bilgidir.
3. Bir malumatın “ilim” hüviyetini alabilmesi için, gösterge ve işaret (eser) olan bilgi ile o bilginin gösterdiği hakikat arasındaki asli bağ keşfedilmeli ve koparılmamalıdır. “İşaret” denilmeye layık her göstergenin bir de “işaret ettiği şey” vardır. İşaret ile işaret edilen veya gösteren ile gösterilen arasında sahici bir bağ kurulduğunda, “bilgi” “ilme” dönüşecektir. Aklın bu bağı kurma işlemine Kur’an “taakkul” adını vermektedir.
Sıradan Bilgilerin vahyin “ilim” adını verdiği şeye dönüşmesi için, insan zihninde bir çevrim istasyonu bulunmalıdır. Bu istasyon muhakemedir. Bir ilahi inşa projesi olan vahyin amacı, insan zihnindeki söz konusu çevrim istasyonunu programlamaktır. Bu sayede sıradan bir bilgi, hayatın illet, hikmet ve gayesini gösteren bir “ilme” dönüşüverir.
Şeran istenilen cedelleşme, hakkın tahkiki ve bâtılın iptali için olanıdır. Delili Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
Rasûl’üm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl 125)
Ve Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
“De ki: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” (Bakara 111)
Allah korkusunu her şeyin önüne geçirmek, O’na yaklaşmayı kasdetmek ve emrine imtisâl ederek rızasını aramaktır.
Hasımı yenmeye çalışmaksızın, kahrü perişan etmeksizin ve üstünlük sağlamaksızın hakkı hak kılmaya, bâtılı iptal etmeye niyetlenmek. Eş-Şâfiî: “ Muvâfık kılmak, doğruluğa yöneltmek, yardımlaşmak ve Allah’ın üzerinde gözetimi ve korumasını istemem dışında, hiç bir kimse ile katıyen konuşmadım. Ayrıca yine Allah’ın, sadece benim lisânım veya onun lisânı üzere hakkı beyan etmesine önem vermem dışında hiç bir kimse ile asla konuşmadım.” Demiştir. İbn-u Akîl de: “ Hakkın zaferi amaç edinilmediği her bir cedelleşme, hiç şüphesiz sahibi üzerine bir vebâldir ” demiştir.
Böbürlenmeyi, makam, kazanç, münakaşa ve gösteriş arzusunu kasdetmemek.
Allah için, dini için ve hasımı için nasîhat vermeye niyetlenmek. Çünkü din bir nasîhattır.
Razı olduğu şeye muvaffık kılması için Allah’a yalvarıp niyâz eylemek.
Cedel metodu sâlih, heyeti, manzarası da sâlih olması gerek. İbn-u Abbâs’tan Rasûlullâh (sav)’in şöyle buyurdukları rivâyet olunmuştur:
Müracâat edecekleri bir asıl üzerinde hasımı ile ittifak etmek. Kafir ile üzerinde ittifak edilen asıl, ancak aklî olur. Müslüman ile üzerinde ittifak edilen asıl ise, ya akıl olur ya da nakil olur. Akıl, Akliyatta müracâat kaynağıdır, teşrîlerde ise, nakil asıldır. Sebebi ise, Allah’ü Te’âla’nın şu sözüdür:
“ Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûl’e götürün.” (Nisâ 59) Yani Kitab ve sünnete götürün.
Hasmını hor görmemek ve halini, durumunu küçümsememek.
Hasımın saçmalığına sabretmek, ona karşı ağır başlı olmak ve sürçmesini bağışlamak. Ancak sefih olması hariç, bu takdirde onunla cedelleşmekten ve saçmalıklarından yüz çevrilir.
Hiddetlenmekten ve tasalanmaktan kaçınmak. İbn-u Sirîn: “Hiddetlenmek; cahilliğin künyesidir.” Der. Yani cedelleşmekte. Et-Tabarânî’nin, İbn-u Abbâs’tan Rasûlullâh (sav)’in
“ Ümmetimin en hayırlılarına hiddet musallat olur.” Buyurduklarına ilişkin rivâyetine gelince; bunun senedinde Selâm İbn-u Müslim Et-Tavîl vardır ki, o metrûktur. Et-Tabarânî’nin, Alî İbn-u Ebî Tâlib’dan Rasûlullâh (sav)’in
“Ümmetimin ne hayırlıları, en hiddetli olanlarıdır. Onlar öyle kimselerdir ki, öfkelendiklerinde (öfkelerinden) çabuk dönerler.” Buyurduğuna dâir rivâyetinde de Nuaym İbn-u Sâlim İbn-u Kanber vardır ki, o kezzâbtır.
Kendisinden daha iyi bilen birisi ile cedelleştiği zaman, ona: “Yanıldın veya kelamın yanlıştır.” Dememeli, ancak şöyle söylemelidir: “Biliyormusun, bir kimse şöyle derse veya şöyle bir itirazda bulunursa.” Ne demeli!. Yahût da danışan, irşat isteyen bir siğa ile itiraz etmelidir. Tıpkı şöyle demesi gibi “Doğru olan şöyle şöyle demek değil mi?”
Cevap vermenin mümkün olabilmesi için hasımın getirdiğini iyice düşünmek ve anlamak, ayrıca hasım kelamını bitirmeden önce konuşmak için acele etmemek. İbn-u Vehb’den Mâlik’i şöyle derken işittim dediği rivâyet olunmuştur: “Anlamadan önce verilen bir cevapta hayır yoktur.”. Hasımın konuşmasını kesmek edepten değildir. Amma hasım münakaşacı, inatçı, geveze ve lâfazan biri ise, aslolan onda böyle bir şeyin varlığını bildiğinde onunla münâzara yapmamaktır. Fakat münâzara esnasında bunu keşfederse, ona nasîhat eder. Şayet buna riâyet etmezse, konuşmasını keser.
Yüzünü hasımına karşı dönmek ve münâzaranın hakkını hafife alarak, hazır bulunanlara ister kendisine muhalefet etsinler isterse kendisine muvâfakat etsinler iltifat etmemek. Eğer bunu hasımı yaparsa, ona nasîhat eder, hâla uslanmıyorsa, münâzarayı keser.
İnatçı ve kendi görüşüyle övünen kimseyle münâzara etmemek. Çünkü kendini beğenen kişi, hiç bir kimseden bir sözü kabul etmez.
İster buğz kendisinden olsun, isterse hasımından olsun buğzettiği kimse ile münâzara etmemek.
Bilhassa hasımına göre marûf olan konularda, kelamı açmamak, uzatmamak. Aksine maksada halel getirmeyen veciz, muhtasar bir ibâreyle hüküm noktasına, yani münâzara mevzûsunu teveccüh etmek.
İlmi ve ehlini küçümseyen kimselerle veya münâzara ve münâzara eden kişileri önemsemeyen sefîhlerin huzurunda münâzara etmemek. Mâlik şöyle demiştir: “ Bir adam, ilme itâat etmeyen kimsenin huzurunda konuştuğunda, bu ilme hakarettir, aşağılamaktır.”
Hasımının lisanından ortaya çıksa dahi hakkı kabul etmekten hayıflanmamak. Çünkü hakka rucû’ etmek bâtıl üzerinde ısrar etmekten daha hayırlıdır ve nihayetin de, sözü dinleyipte en güzeline uyan kimselerden olur.
Zarûri bilgileri bilerek inkâr etmemek. Aksi takdirde kibirlenmiş olur. Bu aynen kâfirlerin, müslümanlara olan düşmanlığını bilerek inkâr eden veya müslümanların ülkelerinde kâim olan nizâmların küfür nizamları olduğunu, yani islâm ile hükmedilmediğini kasden reddeden kimselerin hali gibidir.
Allah Subhanehu bizleri söz dinleyen ve sözün en güzeline en doğrusuna tabii olanlardan kılsın.
Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)
“Allah Tealâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.” (Tirmizî, Tefsir, 44; İbn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/252)
1- Bildiğini bilen,
2- Bildiğini bilmeyen,
3- Bilmediğini bilen,
4- Bilmediğini bilmeyen.
Bildiğini bilen: Böyle kimseler makbuldür. Kendinden emindir. Cesurdur, bir çok işi başarır. Bir arkadaş var. Bilgisayar dahil, “Her aleti çalıştırabilirim, çünkü bunu da benim gibi bir insan yapmıştır” diyor ve kendinden emin olduğu için de başarabiliyor.
Bildiğini bilmeyen: Böyle kimseler ikaza muhtaçtır. Çekingendir. Ben bu işi başaramam diye korkar. Gerekli ikaz yapıldığında o işi rahat başarır. Mesela yine bir arkadaşım var. Bilgisayardan anlamam, o bana konuşmaz dedi. Yanına bir otur dedim, patlar, çatlar diye cesaret edemedi. Israr ettim, “Bunun bilgi ile, kültür ile ilgisi yok. Azıcık cesaret yeter” dedim. Şimdi bilgisayarı rahat kullanıyor.
Bilmediğini bilen: Böyle kimseler haddini bilir. Her şeye burnunu sokmaz. Kendi işi ile meşgul olur. Böyle kimseler her zaman takdir görür.
Bilmediğini bilmeyen: Böyle kimseler hem kendine, hem topluma zarar verir. Hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Yani hem kel, hem foduldur. Her şeye burnunu sokar.
Kendileri ile beşeri münasebet kurmak yönünden insanlar dörde ayrılır:
1- Çamur gibi olanlar.
2- Gıda [besin] gibi olanlar.
3- İlaç gibi olanlar
4- Hastalık gibi olanlar.
Çamur gibi olanlar: Ne kokar, ne bulaşır. Hiç kimseye yararı ve zararı dokunmaz. Varlıkları ile yoklukları arasında fark olmayan kimselerdir.
Gıda gibi olanlar: Herkesin her zaman ihtiyaç duyduğu kimselerdir. Böyle kimseleri arayıp bulmalı, bulunca da, kaybetmemek için gerekli tedbirleri almalıdır.
İlaç gibi olanlar: Ancak ihtiyaç zamanında işe yararlar. Böyle kimseleri de ihmal etmemelidir.
Hastalık gibi olanlar: Bu tip insanlara hiç ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdara etmek gerekir.
Alimler cedel ile münâzarayı birbirinden ayırmakla beraber, münâzaranın tartışmaya(cedele)dönüşmemesi için de bazı ahlâkî kurallar tesbit etmişlerdir.
1.Münâzara adabı ve kurallarını bilmeyen kimselerle tartışılmamalıdır.
2.Her iki taraf da kendi fikirlerinin üstün gelmesini değil, hakikatin ortaya çıkmasını gâye edinmelidirler.
3. Muhâtaba karşı nâzik ve saygılı bir tavır takınılmalıdır. Çünkü kaba bir hareket muhâtabında kabalaşmasına ve münâzaranın cedele dönüşmesine sebep olur.
4.Muhâtabın fikrini ortaya koyabilmesi için fırsat tanınmalı, sözü kesilmemeli, muhâtabın gerçeği ortaya çıkarmasına engel olunmamalıdır.
5.Muhâtabın sözü anlaşılmadan müdâhale edilmemelidir.
6.Tartışırken sözü aşırı derece uzatmamalı, lüzumsuz tafsilata girilmemeli, konunun anlaşılmasına engel olacak kadar da kısa tutulmamalıdır.
7.Konunun dışına çıkılmamalıdır.
8.Tartışmada anlaşılmayan, kapalı ve yabancı lafızlardan kaçınılmalıdır.
9.Tartışma esnasında muhâtabı küçük düşürücü söz ve davranışlardan kaçınılmalı, muhâtabı cehâletle itham etmemeli, tahkir, istihza, gülme, hiddetlenme gibi olumsuz tavırlar sergilenmemelidir.
10.Her iki taraf da hakikat, kendi savundukları fikrin aksi çıktığında hakikati kabul edecek bir olgunlukta olmalı ve “Ben böyle bilmiyordum, ben böyle düşünmüyordum. Evet, konu böyle olmalı” diyebilmelidir.
11.Tartışma meclisini yönetenler tartışmanın düzenli bir şekilde geçmesini temin etmelidirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder